12
Haziran - 19 Haziran tarihleri arasında Batum'daydım. İki arkadaşım, Zeynep ile
Gökay yıllardır burada yaşıyorlar ve ben de onların sayesinde bu güzel şehri
görme fırsatına kavuştum. Gezdik, yedik, içtik, eğlendik ama bu yazıyı kaleme
almama neden olan, bunlar değil.
Türkiye’ye dönme gününden bir gün önce Zeynep, "Batum'da kuaförler çok ucuz, boyan da gelmiş zaten, bildiğim bir kuaför var Karina, çok güzel kesimi de var, gidelim istersen" deyince randevu aldık gittik.
Batum'da kuaförler özel ders bürosu gibi çalışıyor. Üç- dört kişi bir araya geliyor, dükkânı açıyorlar, her birinin müşterileri ayrı ve randevu usulü çalışıyorlar. Ortak giderleri de paylaşıyorlar. Bizim gittiğimiz dükkânı bir Rus, bir Gürcü ve bir Ermeni olan Karina birlikte açmışlar. Dükkânda ve Batum'da Gürcüce, Rusça, Ermenice, Türkçe kelimeler havada uçuşuyor ve çocuklar da çok dilli büyüyorlar. Kimse kimseye "Vatandaş, şu dilden konuş" diye baskı yapmıyor.
Gürcistan'da henüz çekirdek aile yok gibi. Çünkü emekli maaşı 150 lira civarında, onu da 65'inden sonra almaya başlıyorlar, ortalama bir memur maaşı ise 600-700 lari ve bir Türk lirası yaklaşık olarak 0,80 lari ediyor. Gürcistan’da aylık harcanan paranın da üç aşağı beş yukarı Türkiye'ye denk olduğu hesaba katılırsa, çocuklara dede ve ninelerin bakması, anne ve babanın da çalışmasıyla ancak geçinebildikleri anlaşılır sanırım. Bu yüzden, dükkânda ve Batum’da her şey son teknolojinin ürünü ama insan ilişkileri bizim 70'ler sonu 80'ler başını andırıyor. Örneğin komşuluk ilişkileri: Herkes pişirdiğinden, sana da kokmuştur gerekçesiyle komşularına ikram ediyor ve çat kapı, hane kapısını çalmadan evinize dalıyorlar. Sanki dekor 2015 ama ilişkiler 80'ler başı. Malkoçoğlu kılıcını kaldırmış gökyüzüne bakarken havadan uçak geçmesi gibi, özensiz çekilen bir tarihi film stüdyosundayım sanki.
Türkiye’ye dönme gününden bir gün önce Zeynep, "Batum'da kuaförler çok ucuz, boyan da gelmiş zaten, bildiğim bir kuaför var Karina, çok güzel kesimi de var, gidelim istersen" deyince randevu aldık gittik.
Batum'da kuaförler özel ders bürosu gibi çalışıyor. Üç- dört kişi bir araya geliyor, dükkânı açıyorlar, her birinin müşterileri ayrı ve randevu usulü çalışıyorlar. Ortak giderleri de paylaşıyorlar. Bizim gittiğimiz dükkânı bir Rus, bir Gürcü ve bir Ermeni olan Karina birlikte açmışlar. Dükkânda ve Batum'da Gürcüce, Rusça, Ermenice, Türkçe kelimeler havada uçuşuyor ve çocuklar da çok dilli büyüyorlar. Kimse kimseye "Vatandaş, şu dilden konuş" diye baskı yapmıyor.
Gürcistan'da henüz çekirdek aile yok gibi. Çünkü emekli maaşı 150 lira civarında, onu da 65'inden sonra almaya başlıyorlar, ortalama bir memur maaşı ise 600-700 lari ve bir Türk lirası yaklaşık olarak 0,80 lari ediyor. Gürcistan’da aylık harcanan paranın da üç aşağı beş yukarı Türkiye'ye denk olduğu hesaba katılırsa, çocuklara dede ve ninelerin bakması, anne ve babanın da çalışmasıyla ancak geçinebildikleri anlaşılır sanırım. Bu yüzden, dükkânda ve Batum’da her şey son teknolojinin ürünü ama insan ilişkileri bizim 70'ler sonu 80'ler başını andırıyor. Örneğin komşuluk ilişkileri: Herkes pişirdiğinden, sana da kokmuştur gerekçesiyle komşularına ikram ediyor ve çat kapı, hane kapısını çalmadan evinize dalıyorlar. Sanki dekor 2015 ama ilişkiler 80'ler başı. Malkoçoğlu kılıcını kaldırmış gökyüzüne bakarken havadan uçak geçmesi gibi, özensiz çekilen bir tarihi film stüdyosundayım sanki.
İki hafta
önce halamın torununun düğünü nedeniyle Ankara'daydım. Eniştem televizyonda
kanal ararken TRT Müzik'i bulmuş, THM korosunu hayranlıkla dinlerken iç çekip
"Bayılıyorum bu koroya, otuz kişi varlar ama sanki tek kişi söylüyor
sanırsın" demişti. Babam da hep şunu der zaten, "Herkes benim gibi
düşünse ve benim dediğimi yapsa hiç sıkıntı olmaz" Batum’da ise
böyle yapmıyorlar, herkes kendi tınısıyla çok sesli koroda kendisini ifade
ediyor. Kimse kimseye bir yaşam tarzı dayatmadığı gibi, kimsenin de “Senin için
en iyisini ben bilirim” iddiası yok. Birisi konuşurken karşısındakini sonuna dek
dinliyor ve anlamaya çalışıyorlar, bu arada sürekli olarak kibarca, “Kibadono” diyorlar,
“Evet efendim” demek.
Kadınlar bir süslü bir süslü
sormayın gitsin. Oldukça da açık saçık geziniyorlar ama taciz ve tecavüz yok.
Hatta gittiğimiz müzikli bir restoranda kadınlı erkekli bir masadan kalkan iki
kadın pistte Gürcü halk müziğiyle oynamaya başladığında başka masadan kalkan iki
erkek onlara eşlik etti, müzik bitince herkes kendi masasına oturdu. Kadınların
eşleri arıza çıkarmadığı gibi kadınlara oyun sırasında eşlik eden erkekler de
beden dili ve sözle en ufak bir sarkma hareketi yapmadılar. Gerçekten oynadılar,
sadece oynadılar. Bu durum, Gürcülerin mezhebinin geniş olması şeklinde de yorumlanabilir, bu da mümkün. Herkes sonuçta anlamak istediği gibi yorumluyor
olguları.
Kuaförde ben koltuğa oturmazdan hemen önce Zeynep, Karina'nın Ermeni olduğunu söyleyince "Beni kuşa benzetmez umarım" diye şakalaştım Zeynep'le. Çünkü Batum'da özellikle Ermenilerin Türklerden pek haz ettikleri söylenemez. Ancak kendi aralarında öyle güzel anlaşıyorlar ve çoksesliliğin öylesine bir uyumu var ki, insan 1915'i, Varlık Vergisi'ni, 6-7 Eylül'ü, vatandaş Türkçe konuş'ları ve 84 sonrasını yaşamasaydık biz de çoksesliliğin senfonisini yaratabilir miydik böyle diye düşünmeden edemiyor. Karina'yı al Samatya'ya koy "Ka! Geloor musun?" diye seslensin sana, pazara gidelim sonra. Karinalar, Artin amcalar 70'lerin unutulmuş Yeşilçam film karakterleri olmasın da capcanlı komşum olsun. Raşel hanım hamursuzu paylaşsın benimle ben de ona kandilde pişi vereyim tıpkı çocukluğumdaki gibi, Dimitri ile Kula akşam kahvesine gelsinler, Rojda ile Nevroz'da halay çekelim… Bu çok renklilik, çok seslilik, birisinin diğerine katlanması, sabır göstermesi, taviz vermesi şeklinde değil de gerçekten eşitler arasındaki ilişki şeklinde olsun. Çok mu zor? Besbelli ki Gürcistan için değil.
Kuaförden ayrılmadan önce, sımsıkı sarıldım Karina'ya. Dilimde, Ömercikten apartma bir replik "Sana abla diyebilir miyim Karina". Söyleyemedim, söyleyemedim... O çok bilindik yılan ve çiftçi hikâyesindeki gibi o da bana ya derse ki, "Bende bu kuyruk acısı sende bu evlat acısı varken..."
Kuaförde ben koltuğa oturmazdan hemen önce Zeynep, Karina'nın Ermeni olduğunu söyleyince "Beni kuşa benzetmez umarım" diye şakalaştım Zeynep'le. Çünkü Batum'da özellikle Ermenilerin Türklerden pek haz ettikleri söylenemez. Ancak kendi aralarında öyle güzel anlaşıyorlar ve çoksesliliğin öylesine bir uyumu var ki, insan 1915'i, Varlık Vergisi'ni, 6-7 Eylül'ü, vatandaş Türkçe konuş'ları ve 84 sonrasını yaşamasaydık biz de çoksesliliğin senfonisini yaratabilir miydik böyle diye düşünmeden edemiyor. Karina'yı al Samatya'ya koy "Ka! Geloor musun?" diye seslensin sana, pazara gidelim sonra. Karinalar, Artin amcalar 70'lerin unutulmuş Yeşilçam film karakterleri olmasın da capcanlı komşum olsun. Raşel hanım hamursuzu paylaşsın benimle ben de ona kandilde pişi vereyim tıpkı çocukluğumdaki gibi, Dimitri ile Kula akşam kahvesine gelsinler, Rojda ile Nevroz'da halay çekelim… Bu çok renklilik, çok seslilik, birisinin diğerine katlanması, sabır göstermesi, taviz vermesi şeklinde değil de gerçekten eşitler arasındaki ilişki şeklinde olsun. Çok mu zor? Besbelli ki Gürcistan için değil.
Kuaförden ayrılmadan önce, sımsıkı sarıldım Karina'ya. Dilimde, Ömercikten apartma bir replik "Sana abla diyebilir miyim Karina". Söyleyemedim, söyleyemedim... O çok bilindik yılan ve çiftçi hikâyesindeki gibi o da bana ya derse ki, "Bende bu kuyruk acısı sende bu evlat acısı varken..."
Diyemedim, söyleyemedim...
Sadece sımsıkı sarıldım. Saçımı çok beğendim sandı...
Kardeşlikle...
Ayşe İhsan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder