26 Şubat 2014 Çarşamba

BİYOLOJİK MÜCADELE BECERİKSİZCE OLURSA

Son günlerde olanları hatırlayabildiğim kadarıyla özetleyeyim önce. Gezide polis destan yazdı. Sonra onların paralel polis olduğu anlaşıldı. Poliste yuvalanmış cemaati yok etmek için hukuk sistemi kullanıldı. Onun da ele geçirilmiş olduğu anlaşılınca HSYK düzenlemesine gidildi. Yetmedi MİT düzenleniyor. Bütün bunlar bana bir şeyler çağrıştırıyordu uzun zamandır bir türlü bilinçli zihnime ulaşamıyordu çağrışanlar.

Sabah sabah aklımda bölük pörçük bilgilerle uyandım. Hani bir şarkı aklınıza gelmeye çalışır önce notalar gelir nazlanarak. Yine de hatırlamak belli bir zaman alabilir. Aynen öyle oldu, kelimelerin bilinçli zihnime bir şarkının kırık dökük notaları gibi gelişini izledim önce. “Biyolojik Mücadele” “TUBİTAK” “Sargun Hoca’nın Kitabı” ve “Bermuda” sözcükleri kafamda dönüp duruyor. Kitaplığımdan 1997’de edinip okuduğum Sargun A Tont’un, Sulak Bir Gezegenden Öyküler adlı, TUBİTAK’tan çıkan kitabını buldum. Sayfa sayfa “Bermuda” sözcüğünü aramaya başladım. Bereket 13. sayfada buldum aradığımı. Bulduklarımı yorumsuz sizlerle paylaşmak istiyorum:


“”…1946 yılında Bermuda Adası’na yanlışlıkla getirilen bir böcek, beş yıl kadar kısa bir zaman içinde sedir ağaçlarının % 85 kadar önemli bir bölümünü yok eder. Bu felakete bir son vermek isteyen yetkililer bu böceği yediği bilinen, fakat ağaçlara zarar vermeyen, bizdeki tekke böceğine benzer bir böceği bölgeye sokarlar. Ne yazık ki bu işi yapanların daha önce aynı bölgeye karıncaları yemesi için ithal edilen bir kertenkele türünün sokulduğundan haberleri yoktur. Hani evdeki hesap çarşıya uymaz, diye bir deyim vardır ya, işte Bermuda’da bunun alası olur. Kertenkeleler yeni gelen tekke böceği benzerini daha lezzetli buldukları için karıncaları bırakıp onları yemeye başlarlar ve sayılarında astronomik bir artış olur. Bir kurtarıcı olarak getirilen kertenkelelerin kendileri büyük bir problem olunca alarma geçen ilgililer, bu kertenkelelerden kurtulmak için, onları yediği bilinen 200 çift kiskadee türü kuşu bölgeye salarlar. Fakat kiskadee’ler aynı kertenkeleler gibi planı bir yana atıp kertenkele yerine dünyada sadece Bermuda’da bulunan vireo kuşunun yavrularını yemeye başlarlar. Sonunda kiskadee’lerin sayıları yüz binin üzerine çıkar, vireo kuşunun neredeyse nesli tükenir, böcekler ağaçları yemeğe devam ederler ve kertenkeleler yine bildiklerini okur.”

Bilimin yolumuzu daima aydınlatması dileklerimle...
Ayşe İhsan 




20 Şubat 2014 Perşembe

GÜCÜN EL DEĞİŞTİRME YÖNÜNÜ SAPTAMADA ERKEK VE KADIN DAVRANIŞLARI

Önce biraz davranış biyolojisi hatırlatması yapalım: Kadınlar “güçlü”yü sever. Bazı kadınların akış yönünü gözlemleyerek gücün ne tarafa el değiştirdiğini de bulabilirsiniz. Yazarın muhayyilesinin yarattığı gerekçeler ne olursa olsun Monte Cristo Kontu’ndaki Mercedes’ten tutun da Ocean 11’deki Julia Roberts’e kadar birçok kadın güçlüyü tercih etmiştir. Mercedes’in hamile olması nedeniyle sevmediği bir adamla evlenmek zorunda kalması bir noktaya kadar kabul edilebilirken avukat olan Julia Roberts’in George Clooney’nin yokluğunda Andy Garcia ile olan beraberliği ancak gücü seven kadın özelliği ile açıklanabilir. Bu nedenledir ki her iki durumda da hikayenin sonunda, kadınlar el değiştiren gücün peşinden gitmişlerdir. Mercedes Monte Cristo kontunun ardından, Julia Roberts ise George Clooney’nin. Her iki adamın, bu kadınların eski sevgilisi olması eskilerin deyimiyle laf-ı güzaftır.

İnsan denilen tür dünya üzerinde epi topu iki yüz bin yıldır var. On bin yıl kadar önce yerleşik yaşama geçerek “uygarlaşan” bu türün bütün temel davranışlarını, bu son on bin yıl değil ondan önceki binlerce yıl belirliyor. Mağarada, erkeğin getirdiğini bekleyen, mağara çevresindeki kök ve meyveleri toplayan dişi, kuvvetli ve çocuklarını hayatta tutan besinleri getirmesi açısından erkeğe muhtaç. Erkek ne kadar güçlü olursa o kadar çok besinle dönecek ve soyun devamı da o kadar garanti altına alınacak. Bu nedenle en güçlü erkekler en çok kadını dölleme hakkına sahip olanlar. Günümüzde “güç” daha çok erkle, yönetimin başında olmakla ölçülüyor kas gücüyle değil. Bu nedenle yaşlı başlı ama paralı, mevki makam sahibi erkekler cillop gibi kızlarla gününü gün edebiliyor. Hani bunları demem insan türünün dişisi kültürel genetiğinin peşinden koşar kimi zaman diyebilmek için. Gelelim Ertuğrul abimiz gibilere.

Ertuğrul Özkök’ün başbakan hakkındaki zehir zemberek yazısını okuyunca kafam karıştı. Hangi insansı türe ait olduğunu bilemedim kendisinin. Yine davranış biyolojisi dersine devam edelim:

İnsandan daha ilkel primatlarda (ki bunlara “insansı” diyoruz), klan halinde yaşayan maymun topluluklarında tüm dişileri dölleme hakkına sahip olan bir alfa erkek var. Erkek çocuklar büyüyünce klan dışına atılıyorlar. Klanlardan atılanlar yeterince güçlülerse ya kendi klanlarında ya da başka klanlarda alfa erkeğe meydan okuyarak gücü ele geçirmeye çalışıyorlar. Beceremeyenler klanların çevresinde alfa erkeğin hâkimiyetini kabul ederek fırsat bulurlarsa oynak dişilerle kaçamak yaparak ömürlerini tüketiyorlar. Bu klan dışı erkekler deyim yerindeyse kimin eşeğine binerse onun türküsünü söyleyen, gelene ağam, gidene paşam diyen tipler. Asla kendileri bir güç olamayıp gücü önceden sezen ve hemen onun hâkimiyetine giren ve varlığını bu şekilde idame ettirenler. İnsan türüne ait erkeklerde bu tür daha ilkel insansı davranışlara da rastlıyoruz. Alfa erkeğin goygoycusu olan silik erkek tipleri kendileri riske girmeyip risk alarak alfa olmuş erkeğin getirdiği nimetlerden yararlanarak varlığını sürdürüyor. Alfa erkeğe meydan okuyan bir başka erkek alfa konuma geçince de hiç yüksünmeksizin yeni alfanın goygoycusu oluyorlar.

Nasıl ki güçlü erkeği terk edip başka erkeğin peşine takılan dişiler gücün akış yönünü gösteriyorsa bu tür goygoycu erkeklerin aldığı tavır da yine gücün akış yönünü izlemek için iyi bir veridir. 


Merakım ise şu: Ertuğrul Özkök gibileri insan bile olamamış hangi insansı türünün üyesi ben bunu anlayamadım. 

Sevgi ve dostlukla...

Ayşe İhsan




17 Şubat 2014 Pazartesi

HAYATLARA EKTİĞİMİZ TOHUMLAR



Orta ikide, Türkçe dersindeydik. Türkçe öğretmenimiz bir önceki sınıftan sinirli bir biçimde çıkmış ve bizim sınıfımıza girmişti. Bir önceki derste bir özet ödevi vermişti ve özetimizin başlıklarını kırmızı kalemle yazmamızı şart koşmuştu. Sıraların arasında dolaşarak ödev kontrolü yapmaya başladı. Tufan’ın önünde kıyamet koptu. “Defalarca, altını çize çize başlıkları kırmızı kalemle yazın demiştim. Sen benle dalga mı geçiyorsun?” diyerek Tufan’ın yanağına bir tokat attı. Tufan dolan gözlerinden dışarı çıkmaya çalışan gözyaşlarını tutmaya çalışarak, “Hocam, param yoktu alamadım kırmızı kalem” dedi. Öğretmenimiz hız kesmeden, “Alsancak’ta geceyarıları sürtmeyi biliyorsun ama” diye lafı ağzına tıkadı Tufan’ın. Oysa hepimiz biliyorduk Tufanlar çok fakirdi, Alsancak’ta bir lokantada bulaşıkçılık yapıyordu Tufan. Bunu sanırım bir tek ben biliyordum ama kalkıp söyleyemedim, bunu sınıf ortasında söylemenin onu daha da küçük düşüreceğini düşündüm. Ailecek gittiğimiz bir lokantada tuvaleti ararken görmüştüm onu ve bana sıkı sıkı tembih etmişti kimseye söylemem için.
Teneffüste, Tufan’la konuştum, “Haklı olduğunu biliyorum ama hocanın kızgın olduğu kişi aslında sen değilsin. Sanırım öfkesini kusacak birini arıyordu, seni seçti. Aslında o, kendisini küçük duruma düşürdü.” Yüzüme umutsuzca baktı: “Olmuyor, hem çalışıp hem okuyamıyorum,” dedi.
Tufan ertesi gün gelmedi, daha sonraki günler de…

2011 yılı boyunca Torbalı’da bir fabrikada danışmanlık yapmıştım. Fabrika kimi zaman pazar günleri de çalışıyordu ve yolda giderken arabanın farlarından birisinin yanmadığını fark ettim. Torbalı Sanayi’ne döndüm, pazar günü bir oto elektrikçisi bulmak için dua ederek. Sabah sabah sorun değildi ancak akşam İzmir’e geri dönerken sorun olacaktı, kıştı ve hava erken kararıyordu.
Gerçekten de açık bir yer vardı, sahibi bir müşterisini uğurluyordu. Müşteri teşekkür ederek ayrılırken usta da, “Bakma sen oto elektrikçisi olduğumuza Mustafa bey, okusaydım elektrik mühendisi olurdum ben, kolay işti seninkisi…” dedi. Adam, “Eyvallah Tufan Usta!” diyerek gitti. Tufan Usta? Ustaya dikkatle baktım, bizim Tufan. “Seni Allah çıkardı karşıma Tufan kardeşim, ben Güzelyalı Ortaokulu’ndan Ayşe İhsan, hadi şimdi bana yardımcı ol, sol far yanmıyor.”
Kısa sürede tamir etti bozuk farı, eliyle demlediği çayı içtik bir yandan da konuştuk. Evlenmiş, iki çocuğu varmış, büyüğü ODTÜ’de Elektrik Elektronik okumuş, şimdi İstanbul’da büyük bir şirkette çalışıyormuş. Diğeri bu yıl hukuka hazırlanıyormuş. “İstemedim,” dedi “Onlar da tamirci olsun istemedim. Okusunlar, kimse onları ezmesin istedim, ‘Siz okuyun yeter ki ben sırtımdaki gömleği satar okuturum sizleri’ dedim. Onlar da yüzümü kara çıkarmadılar çok şükür.” dedi, gözleri dolmuştu yeniden.

Öğretmenimiz için o olay sadece öfkesini kusma vesilesiydi, belki de akşam eve gittiğinde unutmuştu bile çoktan. Peki ya Tufan, unutmuş muydu, unutabilmiş miydi? Bir ömür sırtında taşımıştı o ezikliği utanmışlığı. Hatırladıkça hala gözleri doluyordu. Yaşamına atılan bu çentik, zihninin içinde büyümüş büyümüştü. O acı ile beslenmişti özgüvensizliği belki de giderek dallanmış budaklanmıştı. O yüzden müşterisinin karşısında omuzları çökük duruyor, okusaydım elektrik mühendisi olurdum diyordu. Yaşamının dönüm noktalarında, ihtiyacı olan cesareti kaybetmişti muhtemelen…

Bazen bir tek söz ya da bir davranış öyle güçlü çentikler açar ki hayatlara, o çentikler benzer olaylarla beslenerek kocaman çukurlara dönüşebilir.

Bir gün birine gülümsediğimizde, o gülümseyişin kimlerin hayatını değiştirdiğini bilemeyiz. Söylediğimiz bir sözün ya da küçük bir davranışın, hangi hayatlara dokunup, yeniden yön verdiğini de bilemeyiz. Ama farkında olarak ya da olmadan yaptığımız küçük şeyler birçok insanın hayatını etkilemekte ve değiştirmektedir. İster tanıyalım, ister tanımayalım, hepimiz bir şekilde birbirimize bağlıyız. Bir zincirin halkaları gibi iç içeyiz.

Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan biz sorumluyuz. “Ben bu kadar zarar verdiğimin farkında değildim” demek mazeret değil hiç birimiz için.

Sözlerimizi ve davranışlarımızı ortaya koymadan önce, zihnimizdeki süzgeçten ne kadar özenle geçirirsek, o kadar çok yaşam kaynağı oluruz çevremize.
Sevgiyle, farkındalıkla…

Ayşe İhsan



        


1 Şubat 2014 Cumartesi

KAYIPLARIM ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR

Geçen blog yazım, can kardeşim Suzan’ın bana hatırlattıkları üzerine çuvaldızı kendime batırmamla ilgiliydi. Bu yazımda ise çuvaldızı bizim meslek grubu erbaplarına batıracağım. Hazır çuvaldız elimdeyken batırmaya devam ediyorum anlayacağınız.

Arabadayım, radyoda Barış var.

Yaz dostum, Barış söyler kendi bir ders alır mı?
Yaz dostum, buz üstüne yazı yazsan kalır mı?

“Cuk oturdu” derler ya tam da öyle oldu. Yo! Bugünün Barış Manço’nun ölüm günü olmasıyla bir ilgisi yok okuyacaklarınızın. Bununla beraber, buna vesile olduğu için Barış Manço’yu hasret ve rahmetle anıyorum.

Hani “Âleme verir talkımı kendi yutar salkımı” durumları ve bunu yapan meslektaşlarım ile ilgili bir şeyler getirdi aklıma Barış, o güzelim şarkısıyla.

Her gece yatarken ve her gün işe giderken kendimi sorgularım. “Söylediklerimin ne kadarını yapabiliyorum? Ne kadar dürüstüm? Başkalarının kendisine sormasını sağladığım soruları ben kendi kendime soruyor muyum?” diye.

Öğretmenlik yaparken de öğrencilerim ya da velilerimle konuşurken bazen kendi kendimi de sorgulardım. Bir öğretmen, veli ya da öğrencisine, “Başarılı olmak için Boğaziçi, ODTÜ şart değil” derken kendi çocuğuna “ODTÜ’ye gireceksin yoksa bir sıfır geriden başlarsın.” dayatma yapıyorsa ne kadar dürüsttür, söylediklerine ne kadar inanıyordur?

NLP ve Kişisel Gelişim ile ilgili eğitimleri almaya başlamam, bu teknikleri hayatın içinde ve özellikle de öğretmenliğim sırasında kullanmam çok eskilere dayanıyor, ancak bir profesyonel olarak bu sektörde çalışmaya başlamamın 3-4 yıllık bir geçmişi var. (Aslında başka bir yazımda, kişisel gelişim işine nasıl bulaştığımı, niçin o eğitimleri almaya karar verdiğimi anlatmak isterim.) Şu 3-4 yıl bana, bu sektördeki bazı uzmanların ya da uzman olmaya soyunan çiçeği burnundaki adayların söyledikleri ile yaptıkları arasında nasıl kocaman farklar olduğunu, söylediklerini içselleştirmek şöyle dursun bu konuda asla ve kat’a bir çaba içinde olmadığını gösterdikçe bu sektörün nasıl bir Allah’a emanet sektör olduğunu görüp kaygıya kapılıyorum.
Örneğin; bir meslek erbabının; doktorun, mühendisin, öğretmenin… bu tür eğitimleri kendini donatmak, yaptığı işte fark yaratmak için alması harika bir şey. Emeklilikten sonra bu işi yaparım beklentisi… Hadi ona da tamam diyelim. İyi de müşteri potansiyeli yaratmak için eş dost çevresini zorlamak, hatta “Çocuğunu bana yollamazsan gireceği sınavda başarısız olur.” demek, bununla da yetinmeyip kendisinden danışmanlık hizmeti alan öğrencilerin sınava gireceği salona enerji yollayacağını söyleyip kendisinden danışmanlık hizmeti talep etmek istemeyenlerin gözünü korkutmak da neyin nesi?

Örneğin; bu koca evrende hepimize yer olduğunu söyleyip, sosyal medyadaki yazılarında paylaşmanın erdeminden bahsedip, “Başkalarının rahat ve huzurundan başka bir şey dilemiyorum, ben bunu yaptıkça evren bana da istediklerimi verecek.” deyip sonra da aldığı eğitimin, elindeki dokümanların kaynağını bile sır gibi saklayan, bu konudaki sorulara ipe un sererek cevap veren (sanki Google amcama sorulsa, o uzun uzun cevap vermeyecekmiş gibi) uzmanlar, paylaşımın erdemi ile ilgili söylediklerinin ne kadarını içselleştirmiştir sizce?

Örneğin, farklılıkları kabul etmek gerektiğini söyleyip farklılıkların zenginlik olduğunu, karşıtlar olduğu sürece kendimizin de varlığını sürdürebileceğini, siz deyin diyalektik mantığını ben diyeyim yin ve yang’ı kullanarak ifade ederek mangalda kül bırakmayanların, yakın çevresindekilere, aile bireylerine kök söktürmesi, dediğim dedik benimkinden başka doğru yok, benim istediğimden başka çözüm yok diye dayatması nasıl bir mantık?

Örneğin, danışanlarının gıyabında onlardan saygısızca bahsetmek, onlara aşağılayıcı sıfatlar yakıştırmak nasıl bir meslek ahlakı?

Örneğin kendisinden danışmanlık hizmeti almak üzere gelmiş kişilerle profesyonelliğin sınırlarını çok aşan özel ilişkiler kurmak neyle açıklanabilir?

Bütün bunlara, “İnsanız ve elbette ki zaaflarımızı; kendi inanç sistemimize, yaşam tarzımıza, dünyayı algılayış biçimimize ve işimize de yansıtıyoruz.” diye cevap verip sıyrılmak mümkün mü? Bir kişisel gelişim uzmanı her şeyden önce danışanının farkındalığını arttırmak, kendini fark etmesini sağlamak için çabalamıyor mu?

Ey koca Yunus ne de güzel söylemişsin:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.

Not: Bahsettiğim örneklerdekiler bizlerden daha aptal değiller. Demek ki kendilerini farkında değiller. Bu, benim de kendimi farkında olamayabileceğim gerçeği ile tekrar tekrar yüzleşmemi sağlıyor.

Sevgili dostlarım, arkadaşlarım, danışanlarım, öğrencilerim. Benim davranışlarımla söylediklerim/savunduklarım arasında farklılıklar görüyorsanız, bunu bana söylemekle en büyük iyiliği yapmış olursunuz.


Sevgiyle, dostlukla, farkındalıkla…