14 Eylül 2016 Çarşamba

BİR ŞARKININ HATIRLATTIKLARI VEYA "HERKESİ KENDİM GİBİ SANDIM" AZ GELİŞMİŞLİĞİ


Bayramın üçüncü günü, grip sanki sırtımızdan, eklemlerimizden, boğazımızdan elini çekiyor mu ne? Kahvaltı yapmaya hatta hazırlamaya mecalimiz var gibi. You Tube'dan 70'lerin unutulmayan melodilerini çağırmışım (https://www.youtube.com/watch?v=fdn2_QHGyMc) gribin akordunu bozduğu sesimizle bir yandan 60'lar, 70'ler, 80'lerden kalma ezgilere eşlik edip bir yandan da kahvaltı yapıyoruz. Derken Mehmet Taneri'nin Bir Zamanlar'ı başladı ve ben eskilere gittim çok eskilere...

Teleferik yeni açılmış, alt taraftaki kafede birkaç arkadaş, sevgilisi tarafından terk edilmiş bir arkadaşımızı teselli etmeye çalışıyoruz, lise 1'de olmalıyız ve teselli edenlerin henüz sevgilisi yok, terk etmeyi de edilmeyi de daha tatmamışız. Ama hüznün dibine vurmuşuz hep birlikte ağlıyor, hep birlikte kızıyor, ileniyor, sinirleniyoruz. Derken arka planda Mehmet Taneri'nin Bir Zamanlar'ı dönmeye başladı. Terk edilen arkadaşımız feryat figan şarkıya eşlik etmeye başlayınca, ağlak ve kızgın kızlar korosu oluşturduk.

BİR ZAMANLAR NE ÇOK SEVERDİM, 
SENLE AĞLAR, SENLE GÜLERDİM, 
AŞKA YALAN DİYEN OLSA, 
BAKAR GÜLER DE GEÇERDİM, 

YAZIK Kİ ÇOK GEÇ ANLADIM, 
O RÜYADAN ÇOK GEÇ UYANDIM, 
KARŞIMA KİM ÇIKTIYSA, 
HERKESİ KENDİM GİBİ SANDIM
Bayram sabahı, akortsuz sesimle bilgisayardan gelen nağmelere eşlik ederken "HERKESİ KENDİM GİBİ SANDIM" kısmında takıldım kaldım. Herkesi kendin gibi sanmak, farklılıkların saç rengi ,göz rengi, boy uzunluğu ile sınırlı olduğunu düşünmek... İnsanların psikolojisini 4 yaş altı çocuk düzeyinde kavramak. Elleriyle gözünü kapatınca tüm dünyanın da onu görmediğini sanan, kafasından geçen her düşünceyi çevrenin de algıladığından emin, kimsenin duygu ve düşüncelerinden haberi olmayan ama herkesin onun duygu ve düşüncelerini bildiğini sanan 4 yaş altı çocuğu.

4 yaş altı ve üstü çocuklara uygulanan bir deneyden bahsetmek istiyorum: Bu iki grup çocuğa bir video seyrettiriliyor. Filmde bir kadın, elindeki kırmızı nesneyi izleyicilere gösterdikten sonra komodinin çekmecesine koyup odadan dışarı çıkıyor. Daha sonra odaya bir adam girerek komodinin çekmecesinden kırmızı nesneyi alıp kitapların arasına saklıyor ve odadan çıkıyor. Odaya kadın yeniden giriyor ve video durdurularak çocuklara soruluyor, "Kadın kırmızı nesneyi nerede arayacak" diye. 4 yaş altı çocuklar istisnasız, "Kitapların arasında" diye cevap verirken 4 yaş üstü çocuklarda yaş ilerledikçe, "Çekmecede" cevabı artıyor. 

Psikologlar, benlik bilincinin, kafamızdaki düşünceleri herkesin bilemeyebileceğinin, farklı olduğumuz gerçeğini idrakin 4 yaş sonrası geliştiğini düşünüyorlar. İşin acı tarafı bizim toplumumuz gibi bazı toplumlarda bu idrak büyük ölçüde gelişmediği için sonsuz iletişim problemleri yaşıyoruz. HERKESİ KENDİM GİBİ SANDIM algısı bitimsiz yanılgılara neden olduğu gibi gücü ele geçirdiğinde HERKESİ KENDİNE BENZETMEYE ÇALIŞMA çabasına dönüşüyor. Empati duygusu gelişmediği gibi ağlayanla ağlamayı empati sanıyoruz. Oysa ne güzel demiş Veysel usta:

KİM OKURDU KİM YAZARDI
BU DÜĞÜMÜ KİM ÇÖZERDİ
KOYUN KURT İLE GEZERDİ
FİKİR BAŞKA BAŞK'OLMASA




7 Temmuz 2016 Perşembe

BEN KİTAP FUARINDAN KİTAP BİLE ÇALMADIM

Kardeşim whats app'tan bir fotoğraf göndermiş, yıllar öncesinden ona aldığım doğum günü hediyesinin içine koyduğum notun fotoğrafı, ta 1976'dan kalma. Hediyeyi hatırlıyor musun dedi, düşündüm, hatırlamıyorum. Epey kıvrandırdıktan sonra söyledi hediyeyi, pul defteri. Şimdilerde kimsenin sahip olmayı düşünmediği ama o devirlerde pek kıymetli olan bir şey. Herkes için için kıymetli, benim içinse özel bir anlamı olan bir nesne: Pul defteri.
İlk kez dün gece kardeşimle paylaştım birazdan anlatacağım anımı, daha da geriye gittim, 1972'ye.

Orta 2'deyim, bir arkadaşımla beraber o gün sınıf nöbetçisiyiz ve teneffüslerde sınıfta duruyoruz. Sabahtan, sınıfımızdaki başka bir arkadaş okula pul defterini getirmiş. Uçuk yeşil ciltli bu defterde o kadar değerli pullar vardı ki ederinin beşbin lira civarında olduğu bir anda yayılıverdi fısıltı gazetesiyle. Babamın o günlerdeki maaşının ikibuçuk katı falan. Defter, üçüncü teneffüs sonrası sırra kadem bastı. O dersin öğretmeni ve okul idaresi hemen olaya el koydu. Tüm okulun öğrencilerin sıraları ve çantaları arandı, defter yok. İki ayrı müdür yardımcısı biz nöbetçileri odasına aldı, bildiğin çapraz sorgu -o zamanlar böyle bir şeyden haberim bile yok.
Beni sorgulayan müdür yardımcısına, işlik, laboratuvar ve malzeme odalarının aranıp aranmadığını sordum. "Hadi birlikte arayalım" dedi. Ev işi ve el işi işliklerine, fen laboratuvarına baktıktan sonra sıra harita odasına geldi. Aynı zamanda sınıfın harita koluyum. Odaya girer girmez fark ettim düzen değişikliğini. Duvarlara dayanmış rulo halinde onlarca harita eskisi gibi yerlerinde duruyordu ancak daima odanın ortasında olan eski bir masa, çekmecesi duvara bakacak şekilde duvara yanaştırılmıştı. Masayı çekip çekmecesini açtığımızda pul defteri ortaya çıkıverdi. Ben sevinçle "İşte!" diye bağırıp müdür yardımcısını yüzüne baktığımda, gördüğüm ifadeyi ömrüm boyunca unutamayacağım: Tiksinti, hakir görme, şüphe...
Bu sırada koridordan diğer nöbetçi öğrenciyi sorgulayan müdür yardımcısının sesi geldi, "Mustafa bey gelin, çocuk suçunu itiraf etti." Meğer ben, tuvalete gittiğim sırada diğer arkadaşım pul defterini alarak saklamış ve baskıya dayanamayarak itiraf etmiş. Maddi değeri için aldığını düşünmüyorum, öyle ulaşılmaz bir nesneydi ki çoğu kişi için.
Kardeşim, "Hadi hadi birlikte planladınız değil mi?" diye kafa buluyor benimle. Kendimi savunma cümlem: "BEN KİTAP FUARINDAN BİLE KİTAP ÇALMADIM BUGÜNE DEK"

Kendime alamadığım defteri almışım sana kardeşim, bugüne kadar kimseye anlatmamıştım pul defteri anısını, çünkü müdür yardımcısının o bakışını başka bir yüzde yine görme olasılığı var ya... 

Sevgiyle...

27 Eylül 2015 Pazar

GEÇMİŞİN AYAK İZLERİ

Yahudi iflas ettiğinde eski defterleri karıştırırmış. Bunamanın ilk belirtilerinden birisi de eskileri fazlaca hatırlamakmış. Geçmişte yazdığım blog yazılarıma şöyle bir göz attım, artık gündemin insanı felç eden ardışık şoklarından mıdır, bir blog yazarı olarak iflas ettiğimden midir, yoksa sadece bunama belirtileri gösterdiğimden midir nedir blog yazılarımda kendimden, gözlemlerimden, anılarımdan fazlaca bahsetmişim meğer. Eh sonuçta bu yöntem, gerekçesi her ne olursa olsun tarz haline gelmiş. Öyleyse devam!

Bilinen fıkradır ya hatırlatayım: Liseden iki arkadaş yıllar sonra karşılaşırlar. İkisi de yaşlanmıştır. Biri diğerine sorar: “Ee! Ne yaptın bakalım Mustafa?” Öteki anlatır: “Memur oldum, evlendim bir kızım oldu. Okulu bitirdi işe girdi. Çok başarılı. Patronu onu o kadar seviyor ki bütün seyahatlerde yanında götürüyor. Ev aldı ona, güzel giysiler, mücevherler alıyor. Pahalı hediyeler, restoranlar…Kızım çok rahat, çoook. Peki, sen ne yaptın be Hasan?” Hasan cevap verir: “Ben de memur oldum evlendim, benim de kızım oldu, benim kızım da orospu oldu ya ben senin gibi güzel anlatamıyorum.”

Niye anlattım bu fıkrayı: Yıllarca şuna inandım hep: Birisini beğenirsin, ilgilenirsin, seversin, birlikte olursun ama onun için deli divane olmazsın. Aklın hep başındadır, ilgin ve sevgin onun hatalarını yanlışlarını görmene onun bir insan olduğunu görmezden gelmene neden olmaz. Ya da ne diyeyim bir bedende iki can taşıyamazsın. Birileri duygularını Mustafa gibi allayıp pullayarak anlatıyordur. Yaşanılan aynı şeydir ama ifade tarzı değişiktir. Eh tabi herkes şair olamaz.

Sonra Dilan’ı tanıdım. Dershane yıllarımdan tanıdığım bir öğretmendi. Eşi ölmüş, o da küçük bir oğluyla yaşam mücadelesi veriyor, otuzlarının başlarında hoş, alımlı bir kadın. Diyarbakırlı, etnik bilinci yüksek, ateist falan.

O yıl dershaneye talep çok fazla olduğu için her branşa 2-3 stajyer aldılar, okulu yeni bitirmiş tazecik kızlar, delikanlılar. Gelenlerden biri olan Kemal ile Dilan birbirlerini sevdiler ve evlenmeye karar verdiler. Kemal henüz 22 yaşında, Yozgatlı, ailesinin yaşam tarzına ise İslami kurallar hâkim.

Evlilik dediğimiz şey, çok ortaklı iki şirketin birleşmesi olduğundan ve hissedarlar, ortaklık payı ne olursa olsun kendilerini, büyük ortaklar olan gelin ya da damattan bile daha yetkili gördüklerinden, iş daha baştan sarpa sardı. Düşünün şimdi: Gencecik pırıl pırıl oğlan, kendisinden on yaş büyük üstelik dul ve çocuklu bir kadınla evleniyor. Gelinin kolunun, başının açık olması, namaz kılmayıp oruç da tutmaması olayı daha da beter hale getiriyor. Bunlar “Aşkımız bize yeter” deyip evlendiler. Bir kızları oldu ama diğer ortakların çeneleri hiç kapanmadı. Şirket aile şirketi, diyemiyorsun ki: “Al lan payını, sat hisseni defol git!” Üstelik başlangıçta fark etmedikleri ya da aşarız sandıkları kültürel farklılıklar, inanç çatışmaları, siyasi görüş farklılıkları… da cabası. Bunlar 3 yılın sonunda boşandılar.

Kemal, altı ay sonra Türk ve Müslüman bir öğretmen kızımızla evlenip Antalya’ya taşındı ve hemen bir bebeği oldu. Ama kızıyla ilgili maddi sorumluluklarını yerine getirdi hep. Dilan ise iki çocuğu ile birlikte yaşam mücadelesine devam etti. Tatillerde, bayramlarda Kemal’den olma kızını arada uçağa bindirir Antalya’ya yolladı babasını görsün diye.

Aradan yıllar geçti, ben, bir özel okulda çalışmaya başladım bir yandan da özel ders veriyorum. Dilan da benimle aynı özel ders bürosunda çalışıyor. Bir gün birlikte çalıştığımız büro öğretmenlerine Buca Gölet’te yemek verdi. Dilan’la birlikte onun arabasıyla gitmeye karar verdik. Yemek dönüşü de kızını hava alanına bırakıp öyle dağılacağız evlere. Hava alanına gittik kızı uçağa bindirdik gecenin bir vakti tenha yolda arabayla dönüyoruz ve Dilan hafiften ağlıyor. “Dilan” dedim, “Geriye dönüp baktığında keşke Kemal’le evlenmeseydim diyor musun?” Dörtlülerin düğmesine bastı, arabayı sağa çekti durdurdu, arabanın lambasını yaktı yüzüme baktı. “Bugün yine onun gibi ayağımı yerden kesen biri karşıma çıksın ve ben bileyim ki sonu yine böyle olacak, yine de aynı şeyleri yaparım” dedi.

O an dehşetle fark ettim ki birileri, benim de yaşadığım hikâyeyi güzel anlatmıyorlar, onlar benden farklı bir hikâye yaşıyorlar. Ben, her neyse o, o şeyi kaçırmışım. Çok analitik olmaktan mı, septikliğin dibine vurmamdan mı nedir ben, o bir tende iki can olmak durumunu yaşayamadığım gibi algılayamıyorum bile. Hani arılar morötesi dalga boylarını da görür, siz böyle bir şey olduğunu bilirsiniz, yaklaşık olarak nasıl bir şey olduğunu da tahmin edersiniz ama asla siz o ışınları göremezsiniz. Sanırım öyle bir şey.

Morötesi ışınları görebilenlere selam olsun.

Ayşe İhsan

Bu yazının kişisel gelişim açısından ana fikri: Yok J




20 Haziran 2015 Cumartesi

SENDE EVLAT ACISI BENDE KUYRUK ACISI VARKEN...

12 Haziran - 19 Haziran tarihleri arasında Batum'daydım. İki arkadaşım, Zeynep ile Gökay yıllardır burada yaşıyorlar ve ben de onların sayesinde bu güzel şehri görme fırsatına kavuştum. Gezdik, yedik, içtik, eğlendik ama bu yazıyı kaleme almama neden olan, bunlar değil.
Türkiye’ye dönme gününden bir gün önce Zeynep, "Batum'da kuaförler çok ucuz, boyan da gelmiş zaten, bildiğim bir kuaför var Karina, çok güzel kesimi de var, gidelim istersen" deyince randevu aldık gittik.
Batum'da kuaförler özel ders bürosu gibi çalışıyor. Üç- dört kişi bir araya geliyor, dükkânı açıyorlar, her birinin müşterileri ayrı ve randevu usulü çalışıyorlar. Ortak giderleri de paylaşıyorlar. Bizim gittiğimiz dükkânı bir Rus, bir Gürcü ve bir Ermeni olan Karina birlikte açmışlar. Dükkânda ve Batum'da Gürcüce, Rusça, Ermenice, Türkçe kelimeler havada uçuşuyor ve çocuklar da çok dilli büyüyorlar. Kimse kimseye "Vatandaş, şu dilden konuş" diye baskı yapmıyor.
Gürcistan'da henüz çekirdek aile yok gibi. Çünkü emekli maaşı 150 lira civarında, onu da 65'inden sonra almaya başlıyorlar, ortalama bir memur maaşı ise 600-700 lari ve bir Türk lirası yaklaşık olarak 0,80 lari ediyor. Gürcistan’da aylık harcanan paranın da üç aşağı beş yukarı Türkiye'ye denk olduğu hesaba katılırsa, çocuklara dede ve ninelerin bakması, anne ve babanın da çalışmasıyla ancak geçinebildikleri anlaşılır sanırım. Bu yüzden, d
ükkânda ve Batum’da her şey son teknolojinin ürünü ama insan ilişkileri bizim 70'ler sonu 80'ler başını andırıyor. Örneğin komşuluk ilişkileri:  Herkes pişirdiğinden, sana da kokmuştur gerekçesiyle komşularına ikram ediyor ve çat kapı, hane kapısını çalmadan evinize dalıyorlar. Sanki dekor 2015 ama ilişkiler 80'ler başı. Malkoçoğlu kılıcını kaldırmış gökyüzüne bakarken havadan uçak geçmesi gibi, özensiz çekilen bir tarihi film stüdyosundayım sanki.
İki hafta önce halamın torununun düğünü nedeniyle Ankara'daydım. Eniştem televizyonda kanal ararken TRT Müzik'i bulmuş, THM korosunu hayranlıkla dinlerken iç çekip "Bayılıyorum bu koroya, otuz kişi varlar ama sanki tek kişi söylüyor sanırsın" demişti. Babam da hep şunu der zaten, "Herkes benim gibi düşünse ve benim dediğimi yapsa hiç sıkıntı olmaz" Batum’da ise böyle yapmıyorlar, herkes kendi tınısıyla çok sesli koroda kendisini ifade ediyor. Kimse kimseye bir yaşam tarzı dayatmadığı gibi, kimsenin de “Senin için en iyisini ben bilirim” iddiası yok. Birisi konuşurken karşısındakini sonuna dek dinliyor ve anlamaya çalışıyorlar, bu arada sürekli olarak kibarca, “Kibadono” diyorlar, “Evet efendim” demek.
Kadınlar bir süslü bir süslü sormayın gitsin. Oldukça da açık saçık geziniyorlar ama taciz ve tecavüz yok. Hatta gittiğimiz müzikli bir restoranda kadınlı erkekli bir masadan kalkan iki kadın pistte Gürcü halk müziğiyle oynamaya başladığında başka masadan kalkan iki erkek onlara eşlik etti, müzik bitince herkes kendi masasına oturdu. Kadınların eşleri arıza çıkarmadığı gibi kadınlara oyun sırasında eşlik eden erkekler de beden dili ve sözle en ufak bir sarkma hareketi yapmadılar. Gerçekten oynadılar, sadece oynadılar. Bu durum, Gürcülerin mezhebinin geniş olması şeklinde de yorumlanabilir, bu da mümkün. Herkes sonuçta anlamak istediği gibi yorumluyor olguları.
Kuaförde ben koltuğa oturmazdan hemen önce Zeynep, Karina'nın  Ermeni olduğunu söyleyince "Beni kuşa benzetmez umarım" diye şakalaştım Zeynep'le. Çünkü Batum'da özellikle Ermenilerin Türklerden pek haz ettikleri söylenemez. Ancak kendi aralarında öyle güzel anlaşıyorlar ve çoksesliliğin öylesine bir uyumu var ki, insan 1915'i, Varlık Vergisi'ni, 6-7 Eylül'ü, vatandaş Türkçe konuş'ları ve 84 sonrasını yaşamasaydık biz de çoksesliliğin senfonisini yaratabilir miydik böyle diye düşünmeden edemiyor. Karina'yı al Samatya'ya koy "Ka! Geloor musun?" diye seslensin sana, pazara gidelim sonra. Karinalar, Artin amcalar 70'lerin unutulmuş Yeşilçam film karakterleri olmasın da capcanlı komşum olsun. Raşel hanım hamursuzu paylaşsın benimle ben de ona kandilde pişi vereyim tıpkı çocukluğumdaki gibi, Dimitri ile Kula akşam kahvesine gelsinler, Rojda ile Nevroz'da halay çekelim… Bu çok renklilik, çok seslilik, birisinin diğerine katlanması, sabır göstermesi, taviz vermesi şeklinde değil de gerçekten eşitler arasındaki ilişki şeklinde olsun. Çok mu zor? Besbelli ki Gürcistan için değil.
Kuaförden ayrılmadan önce, sımsıkı sarıldım Karina'ya. Dilimde, Ömercikten apartma bir replik "Sana abla diyebilir miyim Karina". Söyleyemedim, söyleyemedim... O çok bilindik yılan ve çiftçi hikâyesindeki gibi o da bana ya derse ki, "Bende bu kuyruk acısı sende bu evlat acısı varken..."

Diyemedim, söyleyemedim... Sadece sımsıkı sarıldım. Saçımı çok beğendim sandı...
Kardeşlikle...
Ayşe İhsan

19 Mayıs 2015 Salı

İLETİŞİM KAZALARI

Konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz. Bazen bazı sözcük ya da cümlelere farklı anlamlar yükleyebiliyoruz. Yanlış anlamalar nedeniyle gücenebiliyor ya da bileniyoruz. Oysa insanların bize nasıl davrandığı ya da ne söylediği kadar önemli olan bir diğer durum ise bizim onlara nasıl tepki verdiğimizdir.

Bir fıkra ile devam edelim: Adam, akşam suratı asık bir halde eve girer. Kadın,
“Hoş geldin hayatım!” adam,
“Hımm! Hoşbulduk.” Kadın,
“Günün nasıl geçti?” Adam,
“Nasıl geçsin her zamanki gibi.”
Kadının iç konuşması: Tamam, benden bıktı, kesin bir başkası var, yeni çalışmaya başlayan o sarışın sekreter mi acaba, Allahım ne yapsam? Şu surata bak, mahkeme duvarı gibi. Boşanacağız, kesin boşanacağız. Yedirmem onu yedirmeeem. Ölümü çiğnemeden olmaz. Bak ben neler yapıyorum, gör sen arkamdan iş çevirmek nasıl birşeymiş…
Adamın iç konuşması: Yüzde yüz pozisyonlar gol olmadı. Kesin şike var. Göz göre göre GS’yi şampiyon yapacaklar, lanet olsun be yaa…
İletişimde 9 olası noktada hata söz konusu olabilir:

1. Düşündüğünüz,

2. Söylemek istediğiniz,

3. Söylediğinizi sandığınız,

4. Söylediğiniz,

5. Karşınızdakinin duymak istediği,

6. Duyduğu,

7. Anlamak istediği,

8. Anladığını sandığı
 ,
9. Anladığı

arasında farklar vardır.

1.’ye örnek olarak Ali ile Ayşe’nin telefon konuşmasını ele alalım:

Ali: Bugün akşam benimle sinemaya gelir misin?
Ayşe’nin iki gün sonra kuzeni evlenecektir ve düğün için kaş, bıyık aldıracağı, manikür pedikür yaptıracağı başka zamanı yoktur. Çünkü yarın akşam da iş çıkışı, hafta sonu değerlendirme toplantısı vardır.
Ayşe: Akşama işim var gelemem.
Ali: (Kesin Hasan’la buluşacak) El âleme vakit ayırıyorsun ama bana gelince işin oluyor.
Ayşe: Anlamadım, ne el âlemi?

Ali, niyet okuyor. Ne çok yapıyoruz şu niyet okuma işini. Kafamızda bir senaryo yaratıyor ve sanki gerçekmiş gibi ona inanıp senaryoya bağlı tepki veriyoruz. Ayşe, Ali’nin açıkça suçlaması karşısında sinirli bir sesle tepki vermiştir. Çünkü kendisini haksızlığa uğramış hissetmektedir. Ali ise Ayşe’nin sinirli ses tonunu, onun suçüstü yakalanmasına bağlar. Eh! Ali’nin gözünden bir şey kaçar mı yahu? Kaçın kurası o değil mi?

ABD’de anaokulu çocuklarıyla yapılan bir araştırmayı okumuştum. Kısaca şöyle: Çocuklara içi eşya dolu bir odanın filmi izlettiriliyor. Odada bir kadın var. Kadın kırmızı renkli bir topu masanın çekmecesine koyup odadan çıkıyor. Daha sonra bir adam odaya giriyor ve çekmeceden topu alıp kitaplıktaki kitapların arkasına saklıyor ve odadan çıkıyor. Daha sonra odaya tekrar kadın giriyor. Tam bu sırada filmi durdurup çocuklara soruyorlar, “Sizce kadın topu nerede arayacak?” diye. Dört yaş altı çocukların neredeyse tümü “Kitapların arkasında” diye cevap verirken, dört yaş üstü çocuklar, “Çekmecede” diye cevap veriyorlar. Dört yaş altı, kendi bildiğini herkesin de bildiğini sanıyor çünkü. Zaten de bu yüzden gözlerini kapatıp saklandıklarını, kimsenin onları görmediğini sanırlar ya. Çünkü o sırada o, kimseyi görmüyordur.
Bizler yetişkin olarak kadının topu öncelikle çekmecede arayacağını, bulamazsa odadaki başka yerlere bakacağını idrak ediyoruz. Çünkü kadın bizim bildiğimiz bilgiye yani topun yer değiştirmiş olması durumuna vakıf değil. Ancak sıra iletişime geldiğinde kafamızdakinin, karşımızdaki tarafından bilindiğini, ya da karşımızdakinin niyetini yüzde yüz bildiğimizi sanıyoruz. Ali, ikinci gruba örnek.  Birinciye örnek olarak şu diyalog uygun sanki:

+ Aşkım yarın annemlere gidelim mi?
-Nasıl bir arızasın sen yahu?
+ Kırk yılda bir anneme gidelim deyince arıza mı oldum şimdi? Öyle ya daima beyefendinin istediği yerlere gidince sorun yok tabi.
-Hoppalaa! Bak gördün mü durup dururken arıza çıkarıyorsun. Ayrıca senin kırk yıl algını tartışmıyorum bile.
+ Asıl sen çıkarıyorsun. Niye gidemiyormuşuz ki yarın annemlere?
-Kızıım yarın derbi maçı var dananın kuyruğu kopacak. Dünya âlem bundan bahsediyor; gazetelerde, haberlerde, feyste, her yerlerde ve sen kalkmış anama gidelim diye tutturmuşsun.
+ Ay valla hiç haberim yok derbiden merbiden aşkım. Ben de gitmek istemediğin için çemkirme moduna girdin sandım.

Adam, yarın derbi maçı olduğunu biliyor ya karısı da dâhil dünya âlemin de bunu bildiğini sanıyor. Karısının annesine gitme teklifini de bu yüzden kendisine yönelik bir saygısızlık, planını bozma girişimi olarak değerlendirip tepki veriyor. 

İletişim kazalarındaki 2., 3., 4., 5., 6.’ya örnek olarak da Ayşe ile Zehra’nın konuşmasını ele alalım:

Fatma, eksantrik sözcüğünün anlamını değişik, hoş, güzel, çarpıcı… sanmaktadır. Zehra ise aynı sözcüğün anlamını acayip, tuhaf, garip, alışılmadık ve delibozuk… olarak bilmektedir.                                                                                                                  
Zehra işyerine yavruağzı balon etekli, boyun kısmında kumaştan çiçekleri olan bir elbiseyle gelir ve Fatma’dan elbisesiyle ilgili fikrini sorar. Zehra aslında iddialı bir elbise giydiğini farkındadır ve bu nedenle de tedirgindir.
Fatma, eliyle kumaşı okşar ve “Çok eksantrik bir elbise. Nereden aldın?” (İkinci, üçüncü ve dördüncü dereceden iletişim hatası)
Zehra’nın duymak istediği “Harika bir elbise, sana çok yakışmış” (beşinci dereceden iletişim hatası) Duyduğu “Ne acayip bir elbise, bu delibozuk elbiseyi nereden buldun?” (Altıncı dereceden iletişim hatası)
Eh Zehra da dangalak olarak değerlendirdiği, kendisini kötü hissettiren Fatma’dan en kısa sürede intikamını almayacak mı dersiniz?

7., 8., ve 9.’ya örnek olarak da aşağıdaki diyaloğu örnek alalım:
Müdür: Bu dosyaları bitmiş olarak yarın masamda görmek istiyorum. Bir bakın bakalım eğer müsaitse Saliha Hanım’dan da yardım alabilirsiniz.
Memur: (Bu kadar dosyayı tek başına bitiremem, öyleyse Saliha Hanım’la paylaşacağız) Peki efendim (Yedinci ve sekizinci dereceden iletişim hatası)
Memur: Saliha Hanım, müdür bey bu dosyaları yarın sabaha kadar bitirmemizi istedi. (Dokuzuncu dereceden iletişim hatası)

Gördüğünüz gibi insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 olası durum söz konusudur. İletişim kazalarını tamamen önlememiz mümkün değil ama bunları azaltmak mümkün. Bunun için öncelikle karşınızdakinin beden dilini iyi okumamız gerek. Anladığınız şeyle karşınızdakinin beden dili uyumlu mu? Örneğin Fatma’nın beden dili ve mimikleri Zehra’nın anladığını destekliyor mu yoksa Fatma o sırada elbiseye hayranlıkla mı bakıyor?

Sürekli yanlış anlaşıldığınızdan şikâyet ediyorsanız söylemek istediklerinizi yeterince net olarak ifade edip etmediğinizi bir kez daha gözden geçirin. Sözleriniz ile sesinizin tonlaması ve beden diliniz uyum içinde mi? Örneğin anne bir yandan tavadaki çıkmayan kire odaklanmış ve bezgin bir halde habire onu ovarken bir yandan da gözünü tavadan ayırmadan çocuğuna “Tabii ki seni önemsiyorum” diyorsa çocuk gerçekten annesinin onu önemsediğini mi düşünecektir? Elinden televizyon kumandası düşmeyen sürekli olarak kanallar arasında gezinen ve bu arada partneriyle sohbet eden bir kişinin söyledikleri ne kadar etkili olabilir? Söylemek istediklerinizi söylerken kullandığınız kelimelerin anlamlarını ne kadar biliyorsunuz? Anlamı az bilinen kelimeleri kullanırken karşınızdakinin o kelimenin anlamını bildiğinden ne kadar eminsiniz?

Tanımadığınız birisiyle fikrinizi paylaşırken, karşınızdakinin sizinle aynı fikirde olup olmadığından, aynı bakış açısına sahip olup olmadığından ne kadar eminsiniz? Vapurda şahit olduğum bir diyalog:
Yaşlıca bir adam yanında oturan tanımadığı orta yaşlı bir beye, karşı sırada oturan ve yanındaki kızı sürekli öpmeye çalışan genci gösterip: ”Bu Karşıyakalılar da hep böyle be birader abazan takımı hepsi” deyince orta yaşlı bey, “Abi ne kötülüğümü gördün ben de Karşıyakalıyım.” diye cevap verdi.

“Bana ne, beni herkes böyle kabul etsin, ben değişemem” diyorsanız, sizin diğer insanlara göre ayrıcalığınız ne, niçin siz onları değil de onlar sizi olduğunuz gibi kabul etsin?

Sevgiyle...
Ayşe İhsan





5 Şubat 2015 Perşembe

HER ŞEY AYAN BEYAN ORTADA DEĞİL Mİ?

Bazen kör kör parmağım gözüne durumlarını bile göremeyenlere çıldırdığınız oldu değil mi? “Her şey bu kadar ayan beyan ortadayken nasıl olur da görmez, bu kadar kör mü bu adam/kadın?” dediğiniz olmadı mı hiç? İbn-i Sina’ya atfedilen, “Kimse görmek istemeyen kadar kör olamaz” cümlesini kaç kere sarf ettiniz bu zamana kadar? Ya da “Ben demiştim, sakalım yok ki sözümü dinleteyim” de demediniz hiç?
Önce bir araştırmayı paylaşmak istiyorum sizlerle. Böyle eksantrik araştırmaların yapıldığı bir ülkeden, ABD’den. Araştırmanın denekleri küçük çocuklar. Küçük çocuklara bir video izlettiriliyor. Videoda bir adam, bir odanın kapısını açarak içeri giriyor ve elindeki bir nesneyi örneğin küçük kırmızı bir topu bir çekmeceye saklıyor. Adam odadan çıkıyor. Daha sonra odaya bir kadın giriyor ve topu çekmeceden alarak dolabın içine saklıyor ve odadan çıkıyor. Daha sonra adam odaya tekrar giriyor ve bu noktada videoyu durdurup izleyen çocuğa, “Adam sence topu nerede arayacak?” diye soruyorlar. Dört yaş altı çocuklar istisnasız, “Dolapta!” diye cevap verirken yaş yükseldikçe, “Çekmecede!” diye cevap verenlerin oranı artıyor. “Dolapta” cevabını veren çocuklar için henüz kendi bildiği bir bilgiyi başkasının bilmeyebileceği algısı oluşmamış çünkü.
Bu ve benzeri deneylerden yola çıkarak çocuklarda benlik algısının ve kendi bildiği şeyi başkasının bilmeyebileceği gerçeğinin dört yaş sonrası ortaya çıktığını ileri sürüyor uzmanlar. Bilirsiniz çocuklar saklambaç oynarken belli bir yaşa kadar gözlerini kapatınca, yani kendisi kimseyi görmüyorsa kimsenin de onu görmediğini sanır. Dört yaşından sonra yavaş yavaş bunun böyle olmadığını idrak etmeye başlar. Başkasının algısının kendisinden farklı olabileceğini anlamaya başlarlar kısacası.
Dört yaşın epey üstünde yetişkinler olarak elbette ki gözümüzü kapattığımızda her şeyin yok olmadığını biliyoruz. Gerçekten biliyor muyuz? Ya da soruyu tersinden soralım: Bizim gördüğümüz her şeyi çevremizdekilerin gör(e)meyebileceğini, bizim için apaçık ortada olan olguların herkesçe böyle algılanmayabileceğini gerçekten idrak edebiliyor muyuz? Saklambaç oyunu oynarken dört yaş üstü gibi davranan biz yetişkinler, olgu değerlendirmesinde dört yaş altı gibi davranıyor olabilir miyiz? Eğer bu soruya “Hayır!” cevabı veriyorsanız hayatınız boyunca yazının ilk paragrafındaki cümleleri hiç sarf etmemiş olmanız lazım.
Nasıl ki aynı filmi izleyip aynı kitabı okuyup farklı tatlar alıyorsak, bir olay da bizleri farklı farklı etkiliyor. Olayları değerlendirme biçimimiz büyük ölçüde geçmişten gelen bilinçaltı kalıplarımızla belirleniyor. Ayrıca her birimizin sağ ve sol beynini kullanma becerileri farklı. Biliniyor ki sağ beynini daha aktif olarak kullananlar neden – sonuç ilişkileri kurmakta sol beyinliler kadar efektif değiller. Tıpkı baskın sol beyinlilerin sağ beyinliler kadar yaratıcı olamaması gibi bir özellik bu. Doğal olarak sizin bir olayı değerlendirirken hangi beyin yarımkürenizi daha aktif olarak kullandığınız ve/veya geçmişten getirdiğiniz bilinçaltı kalıplarınız, olaya bakış açınızı ve aldığınız/al(a)madığınız kararları da belirliyor.
Hadi bir senaryo üzerinden değerlendirelim bu durumu:

Bir şirkette orta düzey yönetici olan Zeynep ve makine mühendisi Ali 12 yıllık evlilikten sonra Ali’nin, çiftin ortak bir arkadaşı olan Güldem ile yaşadığı bir ilişkinin ortaya çıkması sonucu boşanmışlardır. Ali Zeynep’i kaybettiği için çok pişmandır ancak boşanmaya da engel olamamıştır. Boşanma süreci ve sonrasında sürekli olarak Zeynep’i aramakta, ona mesajlar yollayarak onu ne kadar çok sevdiğini dile getirmektedir. Zeynep’in Ali ile tekrar bir arada olma niyeti olmasa da Ali’nin bu şekilde davranması onun gururunu okşamakta, Ali’nin onunla sürekli olarak iletişimde bulunmasının önünü kesmemektedir.
Boşanmanın üzerinden altı ay geçmiştir. Zeynep Mehmet’le tanışır ve çıkmaya başlarlar. Ali Zeynep’in Mehmet’le ilişkisini haber almıştır ve Zeynep’i tehdit etmeye başlar. Tehditler Zeynep’in tehlike olarak gördüğü sınırın altındadır. Örneğin, “Gözünde göz izi var sana kim baktı yârim? Bakan gözü de gözün değdiği yeri de yakarım. Roma’yı da yakarım” gibi. Zeynep ise çevresindekilerin tüm uyarılarına rağmen Ali’nin tehditlerini ciddiye almamakta ve herhangi bir girişimde bulunmamaktadır. Çünkü Ali bir yandan onu tehdit ederken bir yandan da barışma teklifini yinelemekte ve Zeynep’i ne kadar çok sevdiğini söylemeye devam etmektedir. Zeynep’in gözünde Ali, karıncayı bile incitmeyen zararsız bir tiptir. Aldatma süreci ve sonrasında yaşadıklarını incinme olarak saymamaktadır ve Zeynep için incinme kavramı fiziksel şiddet ile özdeştir. Bu nedenle de çevresindekiler için ayan beyan, apaçık ortada olan bir durumu, Ali’nin Zeynep’e kötü bir şeyler yapabileceği olasılığını Zeynep görmemekte ısrar etmektedir.
Olaydan bir gün önce Zeynep’in kuzeni onu uyararak Ali’yi ciddiye almamakta hata ettiğini, şu ana dek Ali’nin Zeynep’ten umudunu kesmemiş olduğunu ancak eğer Mehmet ile ilişkisinin yemeğe çıkmaktan daha ileri boyutta olduğunu Ali’nin fark etmesi durumunda Ali’nin çok fazla çirkinleşebileceğini çünkü umudunu kesen erkeklerin çok farklı davranabilecekleri konusunda Zeynep’i uyarmasına rağmen Zeynep “Ali bana kıyamaz beni seviyor. Üstelik o, benimle evliyken en yakın arkadaşımızla bir ilişki yaşadı. Bense altı aydır onun karısı değilim ve özgür bir kadınım istediğimle beraber olurum. Ali de bunu sindirmek zorunda.” demeye devam etmiştir.
Olay günü Zeynep ve Mehmet akşam yemeği sonrası Zeynep’in evine gelirler. Yarım saat sonra kapı ısrarla çalmaya başlar. Apartmanın kapısından içeri girmeyi başarmış olan Ali evin kapısına dayanmış ve kapıyı yumruklamaktadır. Zeynep Ali’nin aldığı eğitim, aile yapısı gibi nedenlerle şiddete başvurmayacağından emindir ve konu komşuya rezil olmamak için kapıyı açar. Zaten de Mehmet’le salonda oturmaktadırlar ve Zeynep’e göre rahatsız olmayı gerektiren bir durum da yoktur. Kaldı ki burası Zeynep’in evidir ve o, boşanmış özgür bir kadındır. Ali’ye kapıyı açıp medeni iki insan gibi oturup konuşacaklar, Ali de Zeynep’in başka biriyle yeni bir hayata başlamak üzere olduğu gerçeğini kabullenecektir. Her şey beş dakika içinde olup biter. Kapıyı açar açmaz zilzurna sarhoş olan Ali, Zeynep’i tartaklamaya başlar ve müdahale etmeye çalışan Mehmet’i de bıçaklar.

Peki, kaza geliyorum dedi mi? Dedi. Zeynep niçin algılamadı bu durumu? Aptal mıydı? Bu durumu sadece, Zeynep’in Ali’den intikam almaya çalışması, onu incitmek istemesi ile açıklamaya çalışmak yeterli mi?
Zeynep ısrarla Ali’yi eski veriler üzerinden değerlendirmeye devam ediyordu. Değerlendirme kriterleri sağlıksız olduğundan, yeni verilerle desteklenmediğinden ya da değişime uğramadığından geçerliliğini kaybetmişti. Zeynep bu toprakların erkeğinin paradigmasını dikkate almamıştı. Boşanan kadın hayata kendini kapasın, eski kocasının korkusuyla hiçbir ilişki yaşamasın demiyorum tabi ki. Zeynep’in yapması gerekenleri yapmadığını, alması gereken tedbirleri almadığını söylemeye çalışıyorum sadece. Zeynep’in çevresindekiler ise kendileri için bu kadar açık olan durumu Zeynep’in göremediğine bir anlam veremiyorlardı.
Sizin için apaçık olan bir durumu çevrenizdeki birisi algılamamakta ısrar ediyor ve bu durum ona zarar veriyorsa ya da onun zarar görme olasılığı yüksekse,  her ikinizin de  paradigmalarını gözden geçirin. Arada ciddi farklılıklar varsa onu, onun dilini kullanarak ikna etmeyi deneyebilirsiniz.
Bir uyarı: Bir kişinin olayları sizden farklı algılaması ve değerlendirme hataları yapması farklı şeydir dünyadan lezzet alması için yaptıkları ise farklı şeydir. Birisi sizden farklı yöntemlerle mutlu oluyorsa ve mutluysa bırakın kendi istediği şekilde mutlu olsun. “Mutlu olacaksın ama benim istediğim yaşam biçimiyle bunu yapacaksın” demek yukarıda anlattıklarımdan çok farklıdır. Bunu ayrı bir yazıyla değerlendireceğim.

Sevgiyle kalın…


Ayşe İhsan


1 Ekim 2014 Çarşamba

KÜSTÜM, VERİN TOPUMU :)

Çocukken hiç arkadaşlarınızla kavga ettiniz mi? Ölümüne küsüp ertesi gün, hatta gün içinde hiçbir şey olmamış gibi barıştınız mı tekrardan? Hani orta parmağı işaret parmağı üzerine atıp küserdik. Sonra da barışmak için baş ve işaret parmaklarını halka yapardık. Küstüğümüz kişi de işaret parmağını bu halkaya sokar ve kilidi açardı. Çocukken bu kadar kolay olurdu küsmeler ve barışmalar.

Büyüdük… Küsmenin farklı aşamalarını ifade eden çeşitli sözcükler girdi lügatimize: Kızmak, kırılmak, incinmek, gücenmek, silmek, yok saymak… Büyüdükçe işler sarpa sarıyor demek ki. Birileriyle sürekli aynı fikirde olmayabiliriz. Hata yapabiliriz. Ancak, kendimizi doğru ifade etmek ne kadar önemli. Kırıldığımız birine, “Seni sildim” dediğimizde yeni sorunlar yaşamaya da hazır olmalıyız.

Eğer bir kedi ya da köpekle yaşadıysanız onların bile ses tonlamalarından ne söylemek istediklerini anlayabilmenin mümkün olduğunu da bilirsiniz. İnsanlar ise onbinlerce yıldır, anlamlı sesler çıkararak “konuşma” denen iletişim biçimini kullanıyor. Yaklaşık beşbin yıldır da duygu ve düşüncelerini yazıya döküyor insanlık. Sümer metinlerine baktığımızda neredeyse şu an kullandığımız dil kadar zengin bir ifade biçimiyle karşılaşıyoruz. Hal böyleyken, kendimizi ifade etmek için bunca sözcük seçeneği varken kendimizi, duygularımızı doğru ve yerinde ifade edememek biraz da bizim hatamız değil mi?

Benim kullandığım yöntemi paylaşmak isterim sizlerle. Hani lise 1’de kimya dersinde atom modelleri görmüştük. Atomun ortasında bir çekirdeğin, çevresindeki yörüngelerde ise elektronların olduğu varsayımına dayanıyordu. Benim modelimde ise çekirdek benim. İlk halkamda bana en yakın olan kişi/kişiler var. İkinci yörüngede biraz daha uzak olanlar ve üçüncü yörüngede daha uzak olanlar. Bu böyle sıralanıyor. Bazen birisi ikinci yörüngeden dördüncü yörüngeye gidebiliyor ya da üçten altıya. Ancak hayatımdan hiç kimseyi silmiyorum. Belki en uzak halkaya atıyorum o kadar. Çünkü, “sildim” dediğimiz kişilerle bir arkadaşın ya da akrabanın cenaze töreninde ya da bir düğünde veyahut da bir davette karşılaşabiliyorsunuz. Tadınız kaçıyor başkalarının da tadı kaçabiliyor. Sorun yaşadığınız kişilerle o sorunu tüm çabalarınıza rağmen çözemiyorsanız sorunun derecesine göre mesafe koymak en iyisi kanımca. Sakince ve duygu patlamaları yaşamaksızın.  

Hiç düşündünüz mü iletişim hatalarını, doğru ve yerinde kelimeler kullanmama sorununu en çok kimlerle yaşıyoruz? Bizi doğru anlamasını istediğimiz patronumuz, iş görüşmesine gittiğimiz insan kaynakları müdürü, kredi çekmeye çalıştığımız bankadaki memur, ifade vermeye gittiğimiz karakoldaki komiser… ile mi yoksa en sevdiklerimizle, en yakınlarımızla, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla mı? Eğer iletişim sorununu herkesle yaşıyorsak ciddi, çok ciddi bir kendimizi ifade etme sorunumuz var demektir. Ancak, iletişim sorununu sadece ikinci gruptakilerle yaşıyorsak o zaman da bir özgüven, özsaygı sorunumuz vardır. İnsanlarla olan ilişkimizde ast üst ilişkisi kategorizasyonu yaşadığımız, bizden altta diye nitelendirdiklerimize özensiz davrandığımız sonucu da çıkıyor bu durumda. “Bizden altta” ifadesinden kastım, “nasıl olsa ve her koşulda benim nazımı çekecek olanlar” kategorisidir ki bu tür bir davranış biçimine sahip olanların yeri geldiğinde “Sevgi emek ister arkadaş” diye iri sözler sarf etmesi ayrıca çelişkidir.

Danışanlarımla sohbetlerimizde kimi zaman onlardan hayatlarındaki öncelik sırasını maddelemelerini isterim. Örneğin şöyle yazarlar: 1. Sağlığım ve kendim, 2. Ailem 3. Dostlarım, 4. İşim, 5. Kişisel gelişimim ve hobilerim. Bu sıralamayı yapan kişi günde iki paket sigara içiyorsa birinci sırada gerçekten kendisinin ve sağlığının olduğuna inanmak mümkün müdür? Tam bir işkolikse, ailesine, eşine ve çocuklarına haftada bir saat bile zaman ayıramıyorsa ikinci sırada ailesinin/sevdiklerinin geldiğine nasıl inanabiliriz? Evdekilerin yiyecek ekmeği yokken, kira ve faturalar ödenmemişken adam parasını arkadaşlarıyla içki, işret masalarında yiyorsa bu sıralamayı ne kadar inandırıcı bulabiliriz? Demek ki olmasını istediğimiz sıralama ile sahip olduğumuz sıralamalar çelişebiliyor. Aynı durum kendimizi ifade etmek için gösterdiğimiz çabanın miktarıyla da ilgili olabiliyor çoğu zaman. En çok önem verdiğimizi iddia ettiğimiz kişilerle iletişim için gösterdiğimiz çaba çoğu kez verdiğimiz önemle ters orantılı olabiliyor.

Sevdiklerinize, değer verdiklerinize daha fazla zaman, emek ve iletişim için daha çok çaba ayırmanız dileğimle “Sana ey canımın canı efendim, Kırıldım, küstüm, incindim, gücendim” sözleri ile başlayan bir şarkı armağan etmek istiyorum. Sözlerinin kime ait olduğunu bilmediğim Rahmi Bey’in bu eserinde güftekar derdini ne güzel anlatıyor http://www.youtube.com/watch?v=T4mz1Y4-q7s


Ağzınızdan çıkanların çıkmasını istedikleriniz olması dileğimle, iyi bayramlar hepinize şimdiden :)