Seriye elindeki odunu
bıraktı, gözünü bana dikerek yanıma kadar geldi ve elindeki baltayı boynuma
doğru savurdu. Gayriihtiyari yere çömeldiğim için balta başımın üzerini
sıyırarak geçti, Seriye savrularak kendi etrafında yarım tur döndü. Elimdeki
çinko kabı Seriye’ye doğru savurdum. Kafasının arkasına çarpan kap tok bir ses
çıkardı. Sersemleyen Seriye’yi çöp varilinin orada bırakıp eve koştum.
Erzurum’dan İzmir’e
tayin olduğumuz yıldı. Erzurum’da lojmanda kaldığımızdan İzmir’de lojman
çıkmamıştı. Şirinyer’de bir apartmana taşındık. Yaz, askeri kampta geçti.
Sonbahar geldi, okullar açıldı ve ben de aynı zamanda okul arkadaşım olan
mahalle arkadaşlarımla yavaş yavaş kaynaşmaya başladım. İlkokul ikinci
sınıftayım, yeni okul, yeni çevre, yeni arkadaşlar, yeni öğretmen ve öğrenmem
gereken bir sürü yeni kelime: Domat, çiğdem, gerek, geliyom, gidiyom…
Mahallemin çocuklarının
sürekli alay ettiği bir kız vardı: Seriye. Sanırım benden birkaç yaş büyüktü.
Onu hatırlayınca gözümde taptaze canlanan resme bakarak, benden bir baş kadar
uzun olduğunu, uçuk mavi gözlerini, kızıl yalımlar içeren, daima bileğim kalınlığında
atkuyruğu yaptığı beline dek uzanan dalgalı sarı saçlarını, kalın dudaklarını,
ablak-tombalak yüzünü, kaş kemerine tek tek yapıştırılmış gibi duran beyazımsı
sarı kaşlarını, sadece yanaklarında hafif bir pembeliği olan kireç beyazı
tenini görüyorum. Sanırım Bulgar göçmeniydi ve ağır göçmen aksanı mahalle
çocuklarının alay konusuydu.
Havalar soğumaya
başlamıştı ve geceleri soba yakılıyordu. Sabah, sobanın külünü boşalttığımız
dışı mavi içi beyaz sırla kaplı, yer yer dökülen sırlarında siyah lekelerin yer
aldığı çinko kabı çöp bidonuna dökmek benim işimdi. Çöp bidonunun yanına
vardığımda bidonun az ilerisinde Seriye, elinde baltayla soba tutuşturmak için
odunları parçalara ayırıyordu. Onu orada kan ter içinde görünce içime dolan
utanç ve pişmanlık duygusunu bugün bile net olarak hatırlıyorum. Gerçi onunla
alay eden çocuk grubuna hiçbir zaman eşlik etmemiştim ancak bu duruma karşı da
çıkmamıştım. Sanırım bunda, yeni kabul edilmekte olduğum cemaatten dışlanma
korkusunun payı vardı. Kırık dökük bir “Günaydın!” dedim. Sonra, olay yukarıda
anlattığım gibi gelişti.
Eve geldikten onbeş
dakika kadar sonra Seriye’nin annesi ve ablası kapımıza dayandılar. Annemin
bütün ısrarlarına rağmen içeri girmediler, saydılar döktüler ve gittiler. Annem
eline terliği aldı ve eşek sudan gelinceye dek beni dövdü. Kendimi savunmadım
bile, daha sonra, annemin siniri geçtiğinde de hiçbir açıklama yapmadım. Annemse
Erzurum’da haftada bir iki gerçekleşen vukuatlarımdan biri gibi algılamıştı bu
durumu. Çünkü bir yandan döverken bir yandan da “İzmir’e geldik kızım büyüdü
akıllandı dedim. Bir adım yol almamışsın” türü bir şeyler söylüyordu.
Erzurum’daki sokak kavgalarımın neredeyse tamamı subay astsubay çocuklarının
çekişmesi ve ister bana ister başkasına yapılsın yapılan haksızlıklara karşı
çıkmamdan kaynaklanırdı. Örneğin, salıncakta sallanırken bir subay çocuğu gelir
ve astsubay çocuğunun ona yerini vermesini ister, dirençle karşılaşınca da onu
salıncaktan düşürürdü. İşte bu noktada ben de subay çocuğunu salıncaktan atar,
karşı çıkmaya kalkarsa da döverdim. Her defasında kapımıza birilerinin şikayete
gelmesiyle sonuçlanan bu tür olaylardan annem bezmişti.
Seriye, günlerdir bütün
çocuklara bilenmişti. Bizim oraya taşınmamızdan çok önce başlamış bir sürecin
ortasına düşmüştüm ve beni yalnız gördüğünde öfkesini bana kusmuştu belki de
narin yapılı olmam ona cesaret vermişti.
Suçluydum,
ona haksızlık yapıldığını bile bile ona yapılanlara göz yummuştum, ses
çıkarmamıştım. Onun onurunun kırılmasına göz yumarak sosyal çevre edinmiştim. İçten
içe beni rahatsız eden bir duruma karşı çıkmamış Seriye’nin aşağılanmasına göz
yummuş ve dolaylı olarak kendi kişisel çıkarım için onu harcamıştım. Üstelik de
Erzurum’da, bana yapılmasa bile haksızlıklara karşı çıkarken İzmir’de sosyal
çevre edinmek uğruna bunu yapmamıştım. Bütün bunları bu şekilde bilmem ya da
ifade etmem imkânsızdı o yaşta ancak vicdanımı rahatsız eden bir şeyler
olduğunu bildiğim halde uzun zaman ses çıkarmamış olmak yeterince rahatsızlık
vericiydi.
Sosyal
çevremizi oluşturmak ve sürekliliğini sağlamak için ne kadar fedakârlık
edebiliriz? Bizi biz yapan değerleri ne kadar aşındırabiliriz? Sürüye ait olma
duygusu ile değerlerimiz çatıştığında sessiz kalmak çözüm müdür? Bir cemaate
bağlı kalma isteği ile cemaatin ideolojisinin her noktasını benimseyememe
arasında kalan birisi ne yapar? Sessiz kalmayı seçerek gizli onay verenleri
eleştirirken kişisel geçmişimizde hiç mi kirli, çirkin anılarımız yok? İlk taşı
aramızdaki günahsız olan atsın.
Sevgiyle...
Ayşe İhsan