17 Nisan 2014 Perşembe

MİYASE

Miyase, bizim eve ayda bir kez cam silmeye gelirdi. Üzerine giydiği grisi moruna karışmış gömleğinin kumaş kalınlığı değişirdi sadece kıştan yaza, yazdan kışa... Gömleğin üzerine de gri bir yelek giyerdi, altında gri kahverengi tonlarda bir pijama pantolonu, başında da her daim bozbulanık bir yemeni vardı. Yolda görseniz fark etmeyeceğiniz kadar gri tonlarındaydı Miyase. Yolda başını yere eğerek yürürdü zaten, gözlerini göremezdiniz. Ama eğer görebilseydiniz asla unutmazdınız. İçinde ateşler yanan gözleri, güldüğünde menevişlenir, şenlik ateşi haline gelirdi.
Ağzıyla, yanağıyla gözüyle bütün vücuduyla gülerdi Miyase. İş yaparken türkünün birini bitirir diğerine başlardı, türkü söylemeden iş yapamazdı çünkü. Çalışmaya ilk başlayacağı zaman, “Bak, ben çok türkü söylerim, hemi de bağıra bağıra söylerim. Bozuşmaca yok, demedi deme.” demişti.
Dört çocuğuna bakardı evlere temizliğe giderek, kocası bir gün sabah evden çıkmış bir daha da gelmemiş. Nerede olduğunu bilen yok. Kimisi Libya’ya gitti demiş kimisi de başka bir kadınla kaçtığını söylemiş. Yıllardır gören duyan yok. Ev sahibi bunları kapının önüne koyunca parkta yatmaya başlamışlar, konu komşu yiyecek getirmiş bir süre. “Yiyecekle olmuyor ki. Hani bunun suyu elektriği, helâsı… İti var kopuğu var, yazı var kışı var. Herkes gece kapısını kapatır yatar. Ben sıraya büzüşürüm. En küçük bir yaşında o zaman. 'Elden gelen övün olmaz gelse de vaktinde gelmez” deyip en iyi bildiği işi yapmaya karar vermiş, evlere temizliğe gitmeye başlamış. “Çocuklar birbirini büyüttü, ben sadece ekmek getirdim eve. Allah’ıma şükür, bana çalışacak canı, sağlığı verdi, işleri bulmamı sağladı, geçinip gidiyoruz” derdi gülerek. İki türkü arasında bir gün bana dönüp “Benim için diyorlar ki ‘Herhal kafayı yedi. Ha bire güler söyler türkü çığırır.’ Belki de haklılardır ne bilem? Bütün bunlar akıllıya zor gelir de bana gelmiyor, mutluyum ben.”
Yazdığım OKU adlı kitapta 27. hikâyenin adı, HUZUR. Bu hikâyenin son paragrafında kral şöyle diyor: “Huzur, hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunlar içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.” Miyase’nin kişiliği kralın sözleriyle o kadar örtüşüyor ki.
Babası Miyase’yi 15 milyara vermiş kocasına, “İyi paraydı, şimdi 15 milyon mu ediyor 15 bin mi karıştırıyom ben” derdi gülerek. İlk çocuk doğunca nikâh yapmışlar, nüfusu da o zaman çıkmış Miyase’nin. En küçük kızıyla beraber okuma yazmayı sökmüş “Liseyi falan bitirecem belki de üniversite okurum, başkalarından neyim eksik.” derdi. Miyase, danışanlarımın defterine tekrar tekrar yazdırdığım sloganın ayaklı örneği sanki: “Başkaları yapabiliyorsa sen de yapabilirsin!”
Miyase genç kızlığında zayıf ve kırılgan bir yapısı olduğunu sık sık da hastalandığını, bu kadar yükü nasıl kaldırdığına kendisinin de şaştığını söylerdi hep. Şimdi bu yazıyı yazarken Miyase OKU'dan başka bir hikayeyi hatırlattı bana. OKU’da 11. sırada yer alan bu hikâyeyi sizlerle de paylaşmak istiyorum:

Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye patates, diğerine yumurta, diğerine de kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiç bir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceğini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi.
Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu: ‘Ne görüyorsun?’ ‘Patates, yumurta, kahve’ diye alaylı bir cevap verdi kızı. ‘Daha yakından bak bir de… Patatese dokun!’
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. ‘Aynı şekilde, yumurtayı da incele.’  dedi baba. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızın kahveden bir yudum almasını istedi. Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı. ‘Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?’
Babası patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi.
Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise başlangıçta çok kırılgandı ama kaynar su da kalınca, katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
Baba, ‘Sen hangisisin?’ diye sordu kızına. ‘Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin; yumurta gibi kalbini mi katılaştıracaksın; yoksa kahve çekirdekleri gibi başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?’

Miyase’nin başına gelenler başka kadınların da başına geldi, gelmeye de devam ediyor. Ancak o, başına gelenler yüzünden ağlayıp sızlamak, başkalarının acıma duygularını kullanıp finans kaynakları yaratmak, çocuklarına şiddet göstererek başına gelenlerin acısını onlardan çıkarmak, vücudunu satmak gibi yöntemlerin hiçbirini kullanmadı. “Ben bile” derdi Miyase, “bu kadar güçlü olduğumu bilmiyordum.”
Miyase’nin yaşadıkları, hem onun kendisini tanımasına ve içindeki potansiyeli farkına varmasına,  hem de yeteneklerini geliştirmesine neden olmuş. Peki ya bizim yaşadıklarımız bizi ne yaptı, ne yapıyor?

Sevgiyle…
Ayşe İhsan