Miyase,
bizim eve ayda bir kez cam silmeye gelirdi. Üzerine giydiği grisi moruna karışmış
gömleğinin kumaş kalınlığı değişirdi sadece kıştan yaza, yazdan kışa... Gömleğin üzerine
de gri bir yelek giyerdi, altında gri kahverengi tonlarda bir pijama pantolonu, başında
da her daim bozbulanık bir yemeni vardı. Yolda görseniz fark etmeyeceğiniz
kadar gri tonlarındaydı Miyase. Yolda başını yere eğerek yürürdü zaten, gözlerini
göremezdiniz. Ama eğer görebilseydiniz
asla unutmazdınız. İçinde ateşler yanan gözleri, güldüğünde menevişlenir,
şenlik ateşi haline gelirdi.
Ağzıyla,
yanağıyla gözüyle bütün vücuduyla gülerdi Miyase. İş yaparken türkünün birini bitirir diğerine başlardı, türkü söylemeden iş
yapamazdı çünkü. Çalışmaya ilk başlayacağı zaman, “Bak, ben çok türkü
söylerim, hemi de bağıra bağıra söylerim. Bozuşmaca yok, demedi deme.” demişti.
Dört çocuğuna bakardı evlere temizliğe giderek,
kocası bir gün sabah evden çıkmış bir daha da gelmemiş. Nerede olduğunu bilen
yok. Kimisi Libya’ya gitti demiş kimisi de başka bir kadınla kaçtığını
söylemiş. Yıllardır gören duyan yok. Ev sahibi bunları kapının önüne koyunca
parkta yatmaya başlamışlar, konu komşu yiyecek getirmiş bir süre. “Yiyecekle
olmuyor ki. Hani bunun suyu elektriği, helâsı… İti var kopuğu var, yazı var
kışı var. Herkes gece kapısını kapatır yatar. Ben sıraya büzüşürüm. En küçük
bir yaşında o zaman. 'Elden gelen övün
olmaz gelse de vaktinde gelmez” deyip en iyi bildiği işi yapmaya karar
vermiş, evlere temizliğe gitmeye başlamış. “Çocuklar birbirini büyüttü, ben sadece ekmek
getirdim eve. Allah’ıma şükür, bana çalışacak canı, sağlığı verdi, işleri
bulmamı sağladı, geçinip gidiyoruz” derdi gülerek. İki türkü arasında bir gün
bana dönüp “Benim için diyorlar ki ‘Herhal kafayı yedi. Ha bire güler söyler
türkü çığırır.’ Belki de haklılardır ne bilem? Bütün bunlar akıllıya zor gelir de bana gelmiyor, mutluyum ben.”
Yazdığım
OKU adlı kitapta 27. hikâyenin adı, HUZUR. Bu hikâyenin son paragrafında kral
şöyle diyor: “Huzur, hiçbir gürültünün
sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek
değildir. Huzur bütün bunlar içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.”
Miyase’nin kişiliği kralın sözleriyle o kadar örtüşüyor ki.
Babası
Miyase’yi 15 milyara vermiş kocasına, “İyi paraydı, şimdi 15 milyon mu ediyor 15
bin mi karıştırıyom ben” derdi gülerek. İlk çocuk doğunca nikâh yapmışlar,
nüfusu da o zaman çıkmış Miyase’nin. En küçük kızıyla
beraber okuma yazmayı sökmüş “Liseyi falan bitirecem belki de üniversite
okurum, başkalarından neyim eksik.” derdi. Miyase, danışanlarımın defterine
tekrar tekrar yazdırdığım sloganın ayaklı örneği sanki: “Başkaları yapabiliyorsa sen de yapabilirsin!”
Miyase
genç kızlığında zayıf ve kırılgan bir yapısı olduğunu sık sık da
hastalandığını, bu kadar yükü nasıl kaldırdığına kendisinin de şaştığını
söylerdi hep. Şimdi bu yazıyı yazarken Miyase OKU'dan başka bir hikayeyi hatırlattı bana. OKU’da 11. sırada yer alan bu hikâyeyi
sizlerle de paylaşmak istiyorum:
Bir zamanlar, her
şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan
yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan
mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu
karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası
ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa
götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki
sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye patates, diğerine yumurta, diğerine de
kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye
başladı. Kızı da hiç bir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda
karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve
daha ne kadar bekleyeceğini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına
cevap vermedi.
Yirmi dakika sonra,
adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve
tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı. Daha sonra son cezvedeki kahveyi
bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu: ‘Ne görüyorsun?’ ‘Patates, yumurta,
kahve’ diye alaylı bir cevap verdi kızı. ‘Daha yakından bak bir de… Patatese
dokun!’
Kız denileni yaptı ve
patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. ‘Aynı şekilde, yumurtayı da incele.’ dedi baba. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın
katılaştığını gördü. En sonunda, kızın kahveden bir yudum almasını istedi.
Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama
yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı. ‘Bütün bunlar ne anlama geliyor
baba?’
Babası patatesin de,
yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani
kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında
farklı farklı tepkiler vermişlerdi.
Patates daha önce
sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve
güçten düşmüştü. Yumurta ise başlangıçta çok kırılgandı ama kaynar su da
kalınca, katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun
içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya
tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
Baba, ‘Sen hangisisin?’ diye sordu kızına. ‘Bir sıkıntı kapını
çaldığında nasıl tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin;
yumurta gibi kalbini mi katılaştıracaksın; yoksa kahve çekirdekleri gibi başına
gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat
katmasına izin mi vereceksin?’
Miyase’nin başına gelenler başka kadınların da başına
geldi, gelmeye de devam ediyor. Ancak o, başına gelenler yüzünden ağlayıp
sızlamak, başkalarının acıma duygularını kullanıp finans kaynakları yaratmak,
çocuklarına şiddet göstererek başına gelenlerin acısını onlardan çıkarmak, vücudunu
satmak gibi yöntemlerin hiçbirini kullanmadı. “Ben bile” derdi Miyase, “bu
kadar güçlü olduğumu bilmiyordum.”
Miyase’nin yaşadıkları, hem onun kendisini tanımasına ve
içindeki potansiyeli farkına varmasına,
hem de yeteneklerini geliştirmesine neden olmuş. Peki ya bizim yaşadıklarımız bizi ne yaptı, ne yapıyor?
Sevgiyle…
Ayşe İhsan