1 Ekim 2014 Çarşamba

KÜSTÜM, VERİN TOPUMU :)

Çocukken hiç arkadaşlarınızla kavga ettiniz mi? Ölümüne küsüp ertesi gün, hatta gün içinde hiçbir şey olmamış gibi barıştınız mı tekrardan? Hani orta parmağı işaret parmağı üzerine atıp küserdik. Sonra da barışmak için baş ve işaret parmaklarını halka yapardık. Küstüğümüz kişi de işaret parmağını bu halkaya sokar ve kilidi açardı. Çocukken bu kadar kolay olurdu küsmeler ve barışmalar.

Büyüdük… Küsmenin farklı aşamalarını ifade eden çeşitli sözcükler girdi lügatimize: Kızmak, kırılmak, incinmek, gücenmek, silmek, yok saymak… Büyüdükçe işler sarpa sarıyor demek ki. Birileriyle sürekli aynı fikirde olmayabiliriz. Hata yapabiliriz. Ancak, kendimizi doğru ifade etmek ne kadar önemli. Kırıldığımız birine, “Seni sildim” dediğimizde yeni sorunlar yaşamaya da hazır olmalıyız.

Eğer bir kedi ya da köpekle yaşadıysanız onların bile ses tonlamalarından ne söylemek istediklerini anlayabilmenin mümkün olduğunu da bilirsiniz. İnsanlar ise onbinlerce yıldır, anlamlı sesler çıkararak “konuşma” denen iletişim biçimini kullanıyor. Yaklaşık beşbin yıldır da duygu ve düşüncelerini yazıya döküyor insanlık. Sümer metinlerine baktığımızda neredeyse şu an kullandığımız dil kadar zengin bir ifade biçimiyle karşılaşıyoruz. Hal böyleyken, kendimizi ifade etmek için bunca sözcük seçeneği varken kendimizi, duygularımızı doğru ve yerinde ifade edememek biraz da bizim hatamız değil mi?

Benim kullandığım yöntemi paylaşmak isterim sizlerle. Hani lise 1’de kimya dersinde atom modelleri görmüştük. Atomun ortasında bir çekirdeğin, çevresindeki yörüngelerde ise elektronların olduğu varsayımına dayanıyordu. Benim modelimde ise çekirdek benim. İlk halkamda bana en yakın olan kişi/kişiler var. İkinci yörüngede biraz daha uzak olanlar ve üçüncü yörüngede daha uzak olanlar. Bu böyle sıralanıyor. Bazen birisi ikinci yörüngeden dördüncü yörüngeye gidebiliyor ya da üçten altıya. Ancak hayatımdan hiç kimseyi silmiyorum. Belki en uzak halkaya atıyorum o kadar. Çünkü, “sildim” dediğimiz kişilerle bir arkadaşın ya da akrabanın cenaze töreninde ya da bir düğünde veyahut da bir davette karşılaşabiliyorsunuz. Tadınız kaçıyor başkalarının da tadı kaçabiliyor. Sorun yaşadığınız kişilerle o sorunu tüm çabalarınıza rağmen çözemiyorsanız sorunun derecesine göre mesafe koymak en iyisi kanımca. Sakince ve duygu patlamaları yaşamaksızın.  

Hiç düşündünüz mü iletişim hatalarını, doğru ve yerinde kelimeler kullanmama sorununu en çok kimlerle yaşıyoruz? Bizi doğru anlamasını istediğimiz patronumuz, iş görüşmesine gittiğimiz insan kaynakları müdürü, kredi çekmeye çalıştığımız bankadaki memur, ifade vermeye gittiğimiz karakoldaki komiser… ile mi yoksa en sevdiklerimizle, en yakınlarımızla, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla mı? Eğer iletişim sorununu herkesle yaşıyorsak ciddi, çok ciddi bir kendimizi ifade etme sorunumuz var demektir. Ancak, iletişim sorununu sadece ikinci gruptakilerle yaşıyorsak o zaman da bir özgüven, özsaygı sorunumuz vardır. İnsanlarla olan ilişkimizde ast üst ilişkisi kategorizasyonu yaşadığımız, bizden altta diye nitelendirdiklerimize özensiz davrandığımız sonucu da çıkıyor bu durumda. “Bizden altta” ifadesinden kastım, “nasıl olsa ve her koşulda benim nazımı çekecek olanlar” kategorisidir ki bu tür bir davranış biçimine sahip olanların yeri geldiğinde “Sevgi emek ister arkadaş” diye iri sözler sarf etmesi ayrıca çelişkidir.

Danışanlarımla sohbetlerimizde kimi zaman onlardan hayatlarındaki öncelik sırasını maddelemelerini isterim. Örneğin şöyle yazarlar: 1. Sağlığım ve kendim, 2. Ailem 3. Dostlarım, 4. İşim, 5. Kişisel gelişimim ve hobilerim. Bu sıralamayı yapan kişi günde iki paket sigara içiyorsa birinci sırada gerçekten kendisinin ve sağlığının olduğuna inanmak mümkün müdür? Tam bir işkolikse, ailesine, eşine ve çocuklarına haftada bir saat bile zaman ayıramıyorsa ikinci sırada ailesinin/sevdiklerinin geldiğine nasıl inanabiliriz? Evdekilerin yiyecek ekmeği yokken, kira ve faturalar ödenmemişken adam parasını arkadaşlarıyla içki, işret masalarında yiyorsa bu sıralamayı ne kadar inandırıcı bulabiliriz? Demek ki olmasını istediğimiz sıralama ile sahip olduğumuz sıralamalar çelişebiliyor. Aynı durum kendimizi ifade etmek için gösterdiğimiz çabanın miktarıyla da ilgili olabiliyor çoğu zaman. En çok önem verdiğimizi iddia ettiğimiz kişilerle iletişim için gösterdiğimiz çaba çoğu kez verdiğimiz önemle ters orantılı olabiliyor.

Sevdiklerinize, değer verdiklerinize daha fazla zaman, emek ve iletişim için daha çok çaba ayırmanız dileğimle “Sana ey canımın canı efendim, Kırıldım, küstüm, incindim, gücendim” sözleri ile başlayan bir şarkı armağan etmek istiyorum. Sözlerinin kime ait olduğunu bilmediğim Rahmi Bey’in bu eserinde güftekar derdini ne güzel anlatıyor http://www.youtube.com/watch?v=T4mz1Y4-q7s


Ağzınızdan çıkanların çıkmasını istedikleriniz olması dileğimle, iyi bayramlar hepinize şimdiden :)


23 Eylül 2014 Salı

MAÇTA TEKRAR YOK, YA HAYATTA?

Futbol sahaları, çocukluğum ve gençliğimin başlangıcında hayatımın vazgeçilmezlerinden oldu. Tribünler, yedek kulübeleri, soyunma odaları, çim saha… Gerek ortaokul yıllarımda bir süreliğine Aksel Stadı’ndaki atletizm antrenmanları, gerek Atatürk Stadı'ndaki taekwon do antrenmanları, gerekse yıllar yılı babamın çömezliğini yapmış olmam nedeniyledir bu aşinalık. Babam, uzun bir süre futbol hakemliği yaptı. Eğer babamın yönettiği maça gidersem o zamanlar henüz uygulamaya konulmamış dördüncü hakem bendim bir bakıma. Maça gitsem de gitmesem de pazar geceleri saatler süren hakem raporunu birlikte yazardık babamla kavga dövüş.

Sonra ordu mensuplarına hakemlik yapmak yasaklanınca babam futbol hakemliğini zorunlu olarak bıraktı güreş hakemliğine geçti. Evlere de televizyon girmişti zaten ve tüm maçlar evin salonundaydı artık. Böylelikle futbol sahalarından koptuk ailecek.

2000 yılı mayısı. Doğum günüm yeni geçmiş, mayıs başları olmalı. Göztepe – Beşiktaş maçı için Atatürk Stadında’yız. Göztepe tribünlerindeyiz ve maçın henüz başlarında Göztepe penaltıdan bir gol yemiş. Tribünlerde kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Penaltıdan yirmi dakika kadar sonra Göztepe’nin bir kontratağı sonrası Beşiktaş’lı futbolcu kendi kalesine gol attı. Kontratak nedeniyle zaten önümdeki herkes ayakta olduğundan ne olup bittiğini göremedim, golü de göremedim haliyle.

Yıllardan sonra ilk kez stada giden bir acemi olarak televizyondan maç izlemeye o kadar alışmışım ki bir an golün yavaş çekim tekrarını hatta değişik açılardan görüntüsünü bekledim. Sonra da güldüm kendime, maçta tekrar yok.

Maçta tekrar yok, ya hayatta?

Son iki yılda geçirdiğim dört ameliyat sonrası hayatı, hayatımı daha da sorgular oldum. Hiç düşündünüz mü, nelere gerektiği zaman müdahale edemediğimizden fırsatları bir daha hiç yakalamamacasına kaçırıyoruz. Bazı kararları ertelemek bize nelere mal oluyor? Gerektiği yerde, dozunda yapmamız gereken müdahaleleri, ikazları, rötuşları yapmadığımız için sonrasında kimlere fatura çıkarıyoruz?

Danışanlarımla sohbetlerimde, aile içi sorunların en büyük nedenlerden birisi olarak, danışanımın, rahatsız olduğu bir konu ya da davranışı “Şimdi sırası değil” ya da “Aman şimdi ağzımızın tadı bozulmasın” gibi gerekçelerle yok sayması, ertelemesi, biriktirmesi olduğunu saptıyorum. Anında küçük bir ikazla halledilebilecek sorunlar birikiyor, birikiyor… Özellikle kadınlarda gördüğüm bu durumu ben, “Taşırım, taşırım, taşırım… TAŞARIM!” şeklinde şematize ediyorum.

Doğal olarak son olaya verilen tepki, son olayın gerektirdiği kadar olmak yerine tüm benzeri olayların bileşke kuvvetinde olduğundan, karşısındaki kişi de bu tepkinin büyüklüğünü ya da şiddetini anlayamıyor. Sonra da gelsin suçlamalar, kavgalar, “Sen zaten hep böylesin…” ile başlayan genellemeler. Erkek, çok daha büyük problemlerde gıkını çıkarmamış partnerinin şu ufacık olayla patlamasını ‘dengesizlik’ olarak nitelerken, kadın erkeği duyarsız olmakla suçluyor.

Kararlarınızın vaktinde, tepkilerinizin dozunda olması dileklerimle, farkındalıkla…


Ayşe İhsan



13 Temmuz 2014 Pazar

İLK TAŞI ARAMIZDAKİ GÜNAHSIZ OLAN ATSIN

Seriye elindeki odunu bıraktı, gözünü bana dikerek yanıma kadar geldi ve elindeki baltayı boynuma doğru savurdu. Gayriihtiyari yere çömeldiğim için balta başımın üzerini sıyırarak geçti, Seriye savrularak kendi etrafında yarım tur döndü. Elimdeki çinko kabı Seriye’ye doğru savurdum. Kafasının arkasına çarpan kap tok bir ses çıkardı. Sersemleyen Seriye’yi çöp varilinin orada bırakıp eve koştum.

Erzurum’dan İzmir’e tayin olduğumuz yıldı. Erzurum’da lojmanda kaldığımızdan İzmir’de lojman çıkmamıştı. Şirinyer’de bir apartmana taşındık. Yaz, askeri kampta geçti. Sonbahar geldi, okullar açıldı ve ben de aynı zamanda okul arkadaşım olan mahalle arkadaşlarımla yavaş yavaş kaynaşmaya başladım. İlkokul ikinci sınıftayım, yeni okul, yeni çevre, yeni arkadaşlar, yeni öğretmen ve öğrenmem gereken bir sürü yeni kelime: Domat, çiğdem, gerek, geliyom, gidiyom…

Mahallemin çocuklarının sürekli alay ettiği bir kız vardı: Seriye. Sanırım benden birkaç yaş büyüktü. Onu hatırlayınca gözümde taptaze canlanan resme bakarak, benden bir baş kadar uzun olduğunu, uçuk mavi gözlerini, kızıl yalımlar içeren, daima bileğim kalınlığında atkuyruğu yaptığı beline dek uzanan dalgalı sarı saçlarını, kalın dudaklarını, ablak-tombalak yüzünü, kaş kemerine tek tek yapıştırılmış gibi duran beyazımsı sarı kaşlarını, sadece yanaklarında hafif bir pembeliği olan kireç beyazı tenini görüyorum. Sanırım Bulgar göçmeniydi ve ağır göçmen aksanı mahalle çocuklarının alay konusuydu.
Havalar soğumaya başlamıştı ve geceleri soba yakılıyordu. Sabah, sobanın külünü boşalttığımız dışı mavi içi beyaz sırla kaplı, yer yer dökülen sırlarında siyah lekelerin yer aldığı çinko kabı çöp bidonuna dökmek benim işimdi. Çöp bidonunun yanına vardığımda bidonun az ilerisinde Seriye, elinde baltayla soba tutuşturmak için odunları parçalara ayırıyordu. Onu orada kan ter içinde görünce içime dolan utanç ve pişmanlık duygusunu bugün bile net olarak hatırlıyorum. Gerçi onunla alay eden çocuk grubuna hiçbir zaman eşlik etmemiştim ancak bu duruma karşı da çıkmamıştım. Sanırım bunda, yeni kabul edilmekte olduğum cemaatten dışlanma korkusunun payı vardı. Kırık dökük bir “Günaydın!” dedim. Sonra, olay yukarıda anlattığım gibi gelişti.

Eve geldikten onbeş dakika kadar sonra Seriye’nin annesi ve ablası kapımıza dayandılar. Annemin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmediler, saydılar döktüler ve gittiler. Annem eline terliği aldı ve eşek sudan gelinceye dek beni dövdü. Kendimi savunmadım bile, daha sonra, annemin siniri geçtiğinde de hiçbir açıklama yapmadım. Annemse Erzurum’da haftada bir iki gerçekleşen vukuatlarımdan biri gibi algılamıştı bu durumu. Çünkü bir yandan döverken bir yandan da “İzmir’e geldik kızım büyüdü akıllandı dedim. Bir adım yol almamışsın” türü bir şeyler söylüyordu. Erzurum’daki sokak kavgalarımın neredeyse tamamı subay astsubay çocuklarının çekişmesi ve ister bana ister başkasına yapılsın yapılan haksızlıklara karşı çıkmamdan kaynaklanırdı. Örneğin, salıncakta sallanırken bir subay çocuğu gelir ve astsubay çocuğunun ona yerini vermesini ister, dirençle karşılaşınca da onu salıncaktan düşürürdü. İşte bu noktada ben de subay çocuğunu salıncaktan atar, karşı çıkmaya kalkarsa da döverdim. Her defasında kapımıza birilerinin şikayete gelmesiyle sonuçlanan bu tür olaylardan annem bezmişti.

Seriye, günlerdir bütün çocuklara bilenmişti. Bizim oraya taşınmamızdan çok önce başlamış bir sürecin ortasına düşmüştüm ve beni yalnız gördüğünde öfkesini bana kusmuştu belki de narin yapılı olmam ona cesaret vermişti.  

Suçluydum, ona haksızlık yapıldığını bile bile ona yapılanlara göz yummuştum, ses çıkarmamıştım. Onun onurunun kırılmasına göz yumarak sosyal çevre edinmiştim. İçten içe beni rahatsız eden bir duruma karşı çıkmamış Seriye’nin aşağılanmasına göz yummuş ve dolaylı olarak kendi kişisel çıkarım için onu harcamıştım. Üstelik de Erzurum’da, bana yapılmasa bile haksızlıklara karşı çıkarken İzmir’de sosyal çevre edinmek uğruna bunu yapmamıştım. Bütün bunları bu şekilde bilmem ya da ifade etmem imkânsızdı o yaşta ancak vicdanımı rahatsız eden bir şeyler olduğunu bildiğim halde uzun zaman ses çıkarmamış olmak yeterince rahatsızlık vericiydi.


Sosyal çevremizi oluşturmak ve sürekliliğini sağlamak için ne kadar fedakârlık edebiliriz? Bizi biz yapan değerleri ne kadar aşındırabiliriz? Sürüye ait olma duygusu ile değerlerimiz çatıştığında sessiz kalmak çözüm müdür? Bir cemaate bağlı kalma isteği ile cemaatin ideolojisinin her noktasını benimseyememe arasında kalan birisi ne yapar? Sessiz kalmayı seçerek gizli onay verenleri eleştirirken kişisel geçmişimizde hiç mi kirli, çirkin anılarımız yok? İlk taşı aramızdaki günahsız olan atsın.

Sevgiyle...
Ayşe İhsan

12 Haziran 2014 Perşembe

YARIN OKULUN SON GÜNÜ

Kategorize etmeye, sınıflandırmaya, yaftalamaya ne kadar meraklıyız. Buna rağmen biyolojinin alt dallarından biri olan taksonomi ya da sistematik yani Türkçesi ile sınıflandırma denilen bilim dalının bizim ülkemizde gelişmemiş olması bir çelişki değil. Biz her konuda olduğu gibi bilim ve araştırmada da emek sarf etmeden bir yerlere gelmek istiyoruz çünkü. Ayrıca her konuda mutlaka bir fikrimiz var yeni şeyler öğrenmemize de gerek yok bu nedenle.
Bu girişten sonra karne ve çocuk konulu bir yazı yazmak girişteki savımla çelişecek belki. “Madem herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiğini düşünüyorsun, öyleyse bu yazı da neyin nesi?” diye sorabilirsiniz. Çocukla/gençle iletişimi irdeleyen “İletişebildiklerimizden misiniz?” başlıklı, bundan önce yazdığım yazının iyi eleştiriler alması ve paylaşılması umut çiçeğimin solmasını önlüyor diyeyim ve konuya gireyim.

Bu yazıyı bir önceki yazının devamı olarak ele alıyorum. Anne ve babalar, eğitimcilerin büyük bir kısmı, konu komşu… çocuğu/genci aldığı karne ile değerlendirmeye çalışıyor. Notlarına bakarak başarılı ya da başarısız diye etiketliyor. Geçen yazımda da belirttiğim gibi bir durumu değerlendirmek ile çocuğu etiketlemek çok farklıdır, ikincisi kalıcı hasarlara ve kabullenmelere yol açabilir. Karneyi bir durum değerlendirmesi olarak kabullendiğimizde sadece öğrencinin değil onun ailesinin ve öğretmenlerinin de bu değerlendirme kapsamında olması gerekir üstelik.
Yıllar önce ben henüz İTK’da çalışıyorken 8. sınıf öğrencilerine, okulun lise bölümlerini tanıtıcı sunumlar yapılırdı her yıl. Fen Bilimlerini de ben tanıtırdım. Bir zaman SBS diğer bir zaman OKS olmuş (şimdi de TEOG oldu) sınavların ağırlığı altında bunalmış çocuklara sorardım: “Çocukken çok meraklı mıydınız?” diye. Onlar da şevkle başlarını sallarlar hatta birkaçı, sorularıyla nasıl da çevresindekileri bunalttığını söylerdi gülerek.  Daha sonra sorardım: “Şimdi de öyle meraklı mısınız?” Bu sefer dinleyicilerim esefle ve bıkkınlıkla başlarını iki yana sallardı. Ben, sözlerime devam ederdim: “Yetişkinlikte, çocuk merakını koruyan ve bunu bir eyleme dönüştürenlere bilim adamı denir. Biliyorum ki sizler, öğrenme eylemini, bir sınavda kullanma göreviniz nedeniyle gerçekleştirmeye başladığınızdan, öğrenme serüveninin zevkini kaybetmeye de başladınız. Oysaki yeniden, öğrenme sürecini zevkli bir hale getirmek mümkün…”
Çocuklar öğrenmenin zevkini ne zaman kaybeder? Ne zaman soru sormaz olur? Öğrencinin zayıf olan dersleri niçin zayıftır? Anne ve baba çocuğa; çalış demekten, tehdit etmekten ya da ödül adı altında rüşvet sunmaktan öte ne yapmıştır? Çocuğun motivasyonu o dersi çalışmak için uygun mudur? Bir derste sonsuz olan öğrenme isteği niçin başka bir derste yerlerde sürünmektedir? Çocuk ya da genç yeni bilgileri almayı niçin bir külfet olarak görmektedir? Bir zamanlar sorularıyla sizi bunaltan bitmek tükenmek bilmez öğrenme merakı içindeki çocuk nasıl olmuş da bu hale gelmiştir? Bu süreçte biz büyüklerin payı nedir? “Yemedim yedirdim giymedim giydirdim hiçbir şeyini eksik etmedim yine de başarısız oluyor” demek sorunu çözüyor mu? Öğrenciyle iletişimi sadece dersleri ve başarısı temelli kurup bunun dışında bir iletişim geliştirmeyen bizlerin hiç mi payı yok bu durumda. “Benim zamanımda ergenlik zımbırtıları, bu laflar yoktu çalışmazsak kalırdık. Bu kadar basit” türünden konuşmalar yapan yetişkinlere soruyorum: Sizin zamanınızda öğrenciyi ders çalışmaktan alıkoyacak bu denli çok dikkat çekici ve dağıtıcı etmen var mıydı? Okul dışına itilenler bir meslek sahibi olabiliyorlardı üstelik. Üniversite sınavına girmeyi başaranların çok büyük bir kısmı da sınavı kazanıyordu. Örneğin benim sınava girdiğim 1977 yılında her üç kişiden biri sınav kazanıyordu. Üniversiteye girenlerin tamamı meslek sahibi olabiliyordu. Türkiye’nin neresindeki üniversiteyi kazanırsan kazan okuldan çıkınca iş hazırdı. Bu kadar farklı iki çağı karşılaştırarak kendimize, çocuğa yüklenmek için argüman yaratmak neyi çözüyor öyleyse?
Bir önceki yazımda çocukla/gençle iletişim becerilerini geliştirmede yardımcı olabilecek bazı bilgiler paylaşmıştım sizlerle bu yazının konusu ise “Kötü karne getiren çocuğa nasıl davranılmalı?”
Karne çocuğun/gencin başarılı ve başarısız olduğu dersleri gösteren dolayısıyla eksikleri saptamaya yarayan çizelgedir. Çocuk/genç, bu eksiklerini kapatmak istiyor mu? Nasıl kapatmak istiyor? Çizdiği yol haritası gerçekçi mi? Örneğin 10. sınıftaki bir genç aynı performansı 11. sınıfta da gösterdiğinde 9, 10 ve 11. sınıftan gelen açıklarını, bir yandan da 12. sınıftan açık vermemeye çalışarak 12. sınıfta nasıl kapatacak? Bu konuda eleştirmeden, sesinizi yükseltmeden, beden dilinizin olumlu olmasına özen göstererek ve en önemlisi konudan sapmadan bir yol haritası çizebilir misiniz çocukla/gençle birlikte? Cevabınız “evet” ise uyarılar kısmına geçelim.

1. Öncelikle iyi notlarını değerlendirin. Çocuğun/gencin bu iyi notları almasındaki stratejisi nedir, başarısının temel kaynağı nedir bunu belirleyin, daha sonra bunu, başarısız olduğu derslere nasıl aktarabileceğini tartışın. Sadece olumsuzlukları vurgulamak çocuğun/gencin olumlu özelliklerini görmesini engeller ve kendisini tümden başarısız, işe yaramaz, aile kaynaklarını heba eden biri gibi görmesine yol açabilir.
2. “Neden daha yüksek değil” ya da “Diğerlerinin durumu nasıl?” türünden sorular çocukta/gençte umutsuzluk ve değersizlik duygularının oluşumuna yol açar. Tüm çocuklar kendi gelişimleri içinde değerlendirilmelidir. Çok küçük bile olsa ilerlemeleri görmeli ve olumlu özellikleri ön plana çıkarmalıyız ki çocuğun/gencin özgüven gelişimi desteklenebilsin.
3. Genellemelerden kaçının. Başarısızlık nedenlerini birlikte belirleyin ve çözüm stratejilerini de birlikte geliştirin. Bu sırada dikte eden, emreden, otoriter bir tavır yerine, işbirlikçi, çözüm odaklı bir tavır sergileyin.
4. Çocuğu/genci düşünmeye ve konuşmaya yönlendirin savunmaya değil. Ortak kararlar alın ve uygulamayı da birlikte yapın. Bundan kasıt sizin zindancı/denetleyici görevini üstlenmeniz değil tabi.
5. Onun her koşulda değerli olduğunu hissettirin.
6. Başkalarıyla ya da kendi geçmişinizle kıyaslama yapmayın.
7. Asla pazarlık etmeyin, rüşvet önermeyin, tehdit etmeyin.
8. Kötü karne getiren çocuk/genç belli etmese de suçluluk, pişmanlık, üzüntü gibi duyguları yoğun olarak yaşıyordur. Onun duygularını farkında olun, bunu fark ettirin. İyi olmayan notların telafi edilebileceğini, bunun için çaba gerektiğini “Ben sana demiştim” tavrı göstermeden belirtin.
9. Sevgi ve ilginizin koşullu olmadığını hissettirin. Onu başarısız olarak değerlendirip ilgi ve sevginizden mahrum ederek, küserek, kötü davranarak… cezalandırmayın.
10. Karne başarısızlığı soğukkanlılıkla karşılanmalıdır. Çünkü kötü karne, gerekli şartlar oluştuğunda düzelebilir bir durumdur. Ancak çocuğun kişiliğinde yapılacak tahribatın telafisi mümkün olmayabilir.
11. Karne değerlendirmesi, anne ve babanın birbirini suçladığı, çocuk yetiştirmekteki algı farklılıklarının tartışıldığı bir fırsat haline dönüşmemelidir. Suçlamalar yerine ortak çözüm önerilerini tartışmak daha sonuç odaklı bir yaklaşımdır.
12. Anne ve babaların evde çocuklarla birlikte zaman geçirmemesi, sohbetlerin, konuşmaların okul ile ilgili sorgulama ile sınırlı kalması ev içi iletişimi yok ediyor. Çocukların/gençlerin bir kısmı bilgisayar oyunları, telefon ve internet bağımlısı. Yetişkinlerin de bir bölümü bilgisayar, internet ve TV bağımlısı. Bu durum önce iletişimi öldürüyor ve karne başarısını da çoğu kez olumsuz olarak etkiliyor. Bugüne kadar çocuğunuzun/gencin bağımlılığını eleştirmek, bilgisayarı/telefonu ondan almakla tehdit etmek ya da dersleri iyileşirse bir üst modeli alma türünden rüşvetler önermek dışında bu konuda ne yaptınız? Peki karne günü bu konunun konuşulması için uygun bir an mıdır? Çözüme ne kadar katkısı olacaktır?

Eğitim ve öğretim yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Sadece karne odaklı düşünmek durumu yeterince net ve objektif değerlendirmez. Bu nedenle çocuğu değerlendirirken sadece var olan duruma değil gelecek odaklı bakın. Ancak sizin gelecek algınız ve kaygılarınız ile çocuğun/gencinki örtüşmeyebilir. Hatta çoğu zaman da örtüşmez. Sabırlı olun. Onun anlayabileceği dil kalıpları kullanın.
Biz büyüklerin temel görevi çocukların öğrenme isteklerini köreltmeden yeni bilgiler almaktan korkmalarını sağlamadan karşılaştıkları zorlukları yenmeleri için cesaretlendirmek böylelikle öğretim başarısının ve yaşam kalitesinin artmasına katkıda bulunmaktır.
Sevgiyle kalın.

Ayşe İhsan

4 Haziran 2014 Çarşamba

İLETİŞEBİLDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?

Aklımıza gelebilecek her türlü konu iletişim problemi haline gelebiliyor bizim ülkemizde. Bu nedenle hiçbir konuda doğru ve sağlıklı iletişim kuramıyoruz. Bir konu temalı sohbet ya da tartışmalarımız çağrışım oyununa benziyor. Örneğin bir öğrencim “kola” sözcüğünden on basamakta şu noktaya gelmişti: Kola – kantin – okul – ders – çalışmak – sıkılmak – babaannem – ağız kokusu – sprey – ozon tabakası. Kola’dan çıktık nereye geldik. Aşağıda olası bir diyalog okuyacaksınız:

Adam: Hafta sonu annemlere gidelim mi?
Kadın: Temizlik yapacağım hafta sonu.
Adam: Ne zaman annemlere gidelim desem bir bahanen oluyor.
Kadın: Ev işlerinin ucundan biraz tutsan ev bu kadar kirlenmezdi.
Adam: Ha evi ben kirletiyorum öyle mi? Her yere saçını döken sensin. Yemeğin içinden tut da koltuklara kadar her yer senin saçınla kaplı.
Kadın: Evde azıcık huzurum olsaydı bu kadar saçım dökülmezdi.

Konu neydi, nereye geldi. Eğer amaç ortaya atılan konuyu konuşmaksa konu nereye saparsa sapsın ana temaya geri dönmek gerekir. Adamın üçüncü cümlede yapması gereken bir suçlama ile konuyu saptırması yerine “Temizliği birlikte yapalım sonra annemlere gidelim” ya da “Hafta içi her gece azıcık azıcık birlikte yaparız ama hafta sonu annemlere gitmek ve bunu seninle birlikte yapmak istiyorum beni kırmazsan tabi.” türünden ana konuda kalmayı sağlayan ve çözüm odaklı bir yaklaşımı olsaydı konu çağrışım oyununu hatırlatan diyaloğa hele de karşılıklı suçlamalara dönmezdi.

Tartışmalarda sıkça yaptığımız bir başka hata da etiketlemek, genelleme yapmaya çok eğilimli olmamızla ilgili. Biz genellikle o olayı, o davranışı eleştirmeyip genelleme yapıyoruz. Olumluya odaklanmamamız da cabası. Örneğin, adam işten yorgun argın gelmiş fazla mesaiye kalmış. Kadın onu bir yerlere gitmeye zorluyor. Adam gitme konusunda isteksiz davrandığında da “Zaten sen asosyalsin” ya da “Çok tembelsin” şeklinde yaftalama hazır.  Oysaki tek bir olaya özgü davranışı eleştirmek ile genelleme yapmak çok farklı. İkincisi savunma mekanizmalarını doğrudan harekete geçiren bir saldırı gibi algılanıyor karşı taraftan. Karşı taraf da en iyi savunmanın saldırı olacağından hareketle karşı saldırıya geçecektir. Sonra gelsin çağrışım oyununa benzer diyaloglar.

Bu yazı biraz uzun olacak sanırım. 13 Haziran’da çocuklarımız karne alacaklar. Yazılı ve görsel medyada “karnesi kötü olan çocuklara nasıl davranmalıyız” temalı yazılar çıkacak, programlar yapılacak elbette. Ben de işin bir ucundan tutayım dedim. Çocuklarımızla iletişimde en sık yaptığımız yanlışlarla ilgili iki çift lafım var:

      1.  Yargılama – Eleştirme – Suçlama:
Sürekli yargıya ve eleştiriye maruz kalan çocuğun kişiliği bu eleştiriler doğrultusunda şekil alır. Örneğin sürekli olarak tembel olduğu eleştirisi yapılan çocuğun kişiliği bu yöne yönlenecektir. Kelimelerin davranışlardaki rolünü aklımızdan çıkarmamalıyız. Çünkü sürekli olarak yapılan olumsuz eleştiriler olumlu yerine olumsuza yöneten gizli bir telkin özelliği taşırlar. Anne ve babalar eleştiri sırasında birbirinden farklı olan durumları aynı kategoride değerlendirme eğilimindedir. Örneğin çocuğun ödevlerini yapmaması, söz dinlememesi ve eve geç gelmesi aynı cümlelerle eleştirilebilmektedir.

Yaygın Konuşma Biçimleri:
  •       Sen zaten çocukken de tembeldin.
  •     Sürekli karşı geliyorsun çok asi bir evlat oldun.
  •     Çok anlayışsızsın oysa ben senin için saçımı süpürge ettim.
  •     Çok nankörsün seni doğuracağıma taş doğuraydım.
  •     Senin gibi evlat olmaz olsun.


Ne Yapmak Gerekir?
Çocuğun herhangi bir olumsuz davranışını eleştirirken bunu kişiliğine mal etmemek gerekir. Yapılan eleştiri davranışa yönelik olmalıdır. Çocuğun kişiliği saldırıyla karşılaşmazsa çocuk savunmaya geçmeyecektir. “Senin zeki ve sorumluluk sahibi biri olduğunu biliyorum. Ödevlerini yapmıyor olman ise sana yakışmayan tembelce bir davranış biçimi. Lütfen ödevlerini yapar mısın?” türünden cümleler, sorunu çözmeye yöneliktir. Burada tembel sıfatı çocuğun değil davranışa ilişkin bir saptamadır. Ayrıca çocuğun istekle yaptığı işlerden, etkinliklerden örnekler vererek onun her alanda tembel davranış biçiminde olmadığını farkında olduğumuzu göstermek çocuğu motive etmek açısından çok etkilidir. Bunun yöntemi, elbette “Bilgisayara gösterdiğin ilgiyi derslerine de göstersen bu durumla karşılaşmazdık.” şeklinde cümleler kurmak değildir. Bu tür cümlelerin çözüme de bir katkısı yoktur. Çözüm odaklı cümleler kurmak, kendimizi iyi ifade etmek yönünden daha etkilidir. Suçlama yaparak içimizi soğutmak istemiyorsak tabi.

      2. Alaya Alma – Komik Duruma Düşürme:
Anne ve babaların çocuklarını gaza getirmek amacıyla farkına varmadan bilinçsiz olarak yaptıkları bir hatadır. Amaç çocuğun olumsuz yanlarını yüzüne vurarak göstermek, onu utandırarak olumsuz davranıştan soğutmak olabilir.  Oysa bu tutum çocuğu kendinden utanan pısırık biri haline getirebilir. Çocuk anne ve babasının ona yakıştırdığı sıfatları içselleştirebilir. Az da olsa cesaret gerektiren durumlarda çocuk “Yine komik duruma düşerim alay edilirim.” endişesiyle yapması gerekeni yapmayabilir. Diğer bir olasılık ise anne ve babanın bu türden davranışlarını kendisine yönelik bir saldırı olarak algılayan çocuğun asileşmesi ve saldırganlaşmasıdır.
Ayrıca, anne babayla konuşurken anne ve babanın çocuğu taklit ederek ona ad takması, konuşmayı başka yöne çekebilir ve konuşma amacından sapabilir.

Yaygın Konuşma Biçimleri:
  •     Mıy mıy mıy çok biliyorsun sen bay ukala sen önce kıçını topla da sonra başkalarına akıl ver.
  •      Şuna bak yazar olacakmış. Sen önce matematiğin hakkından gel tembel teneke.
  •     Bıdı bıdı bıdı. Nenem de böyle kendi kendine konuşur dururdu sen erken bunadın herhalde.
  •     Ay şundaki rahatlığa bak, serilmiş yatıyor. Al koy kapı önüne paspas olsun bari işe yarasın.
  •     Sen kukumav kuşu gibi öyle otur ve düşün, aman sakın ha çalışma.
  •     Ne mühendisi saçmalama olsa olsa senden kaldırım mühendisi olur.


Ne Yapmak Gerekir?
Bazen çocukların hedef ve idealleriyle eylemleri aynı doğrultuda olmayabilir. Fakat bu durum anne babaya çocuğun onurunu kırma hakkını vermez. Bunun yerine çocukla sinirlenmeden sakin bir sesle ve olumlu bir beden dili kullanarak karşılıklı konuşmaktır. Amacınızın öfkenizi kusmak olmadığını çocuğun durumunu idrak etmesini sağlamak olduğunu gözden hiç kaçırmayın.

      3. Ahlak Dersi verme:
Bu tür konuşmaları çocuk ya çok ciddiye almaz ya da çok fazla ciddiye alarak kendini pis kötü değersiz görmeye başlar. Yapmalısın, etmelisin çalışmalısın ile biten cümle kalıpları, kendi gençlik zamanı ile kıyaslamalar doğru amaca hizmet etmez. Çocukların ve gençlerin bu tür konuşmaları çok ciddiye almadıklarını yapılan araştırmalar göstermiştir.

Yaygın Konuşma Biçimleri:
  •     Biz senin zamanındayken bu imkânları rüyamızda bile göremezdik.
  •     Bize layık bir evlat olmak istiyorsan sınavı kazanmalısın.
  •     Baban sabahlara kadar çalışıyor onun emeklerini boşa çıkarmamalısın.
  •    Okumayıp bizim gibi cahil mi kalacaksın biz senin okuman için her fedakârlığı yapmaya razıyız.


Ne Yapmak Gerekir?
“Sınavı kazanamazsam ne olur?” ya da “Kötü karne getirirsem ne olur?” sendromunu en fazla yaşayan öğrenciler, anne ve babaları tarafından üzerinde en fazla psikolojik baskı oluşturulanlardır. Çocuğu baskı altına almadan da istediklerimizi söylemek mümkündür. Duygu sömürüsü yapmadan, abartmadan, çocuğu borçlu çıkarmadan da bu başarılabilir. Eğer çocuğun değer bilir olması isteniyorsa bunun yöntemi onu kendi geçmişimizle kıyaslamak değildir. Bu durum yapılan iyilikleri yüze vurmaktan ileri geçmez. Sahip olduklarını hak etmiyorsun mesajı verilmemelidir.

      4. Emretme – Yönetme:
Genelde çocuğu bir davranışa yöneltmek için yapılır. Bu süreçte korku ve tehdit mevcuttur. Çocuk mecburiyet duygusuyla söyleneni yapabilir ancak anne ve babasına karşı kin, öfke, kırgınlık gibi duygular hisseder. Büyüdüğünde aynı psikolojiyi başka ortamlarda da hisseder.

Yaygın Konuşma Biçimleri:
  •     Derhal odana git.
  •     Dersini çalış.
  •     Sokağa çıkmayacaksın.
  •     Onunla arkadaşlığını kes.
  •     Derhal sofraya gel.
  •     Kapa çeneni.
  •      Kes sesini.
  •     Annenin/Babanın sözünü dinle.

 Ne Yapmak Gerekir?
Öncelikle çocuğu anlamak ve anladığını hissettirmek gerekir. Konuşmanın amacından ayrılmamak gerekir. Söylenmek istenen emir kipi ve ses tonlamasıyla değil ılımlı bir ifadeyle ve gülümseyerek söylenmelidir.

      5. Tehdit Etme:
Ergenlik döneminde sıkça yaşanan bir sorundur. Zaman zaman aile çocuğun davranışlarını kontrol altına almak için tehdite başvurabilir. Çocuk ise kendini ispatlama ve birey olma çabası içerisindeyken ailenin onunla ilgili kaygılarını aşırı korumacı olarak niteleyebilir. Bu durumda söylenenin tersini yapma neredeyse kaçınılmaz olarak gerçekleşir.

Yaygın Konuşma Biçimleri:

  •     Akşama baban gelince hesaplaşırız.
  •      Dersini yapma da bak neler oluyor.
  •     Sen böyle devam et, sonuçlarına da katlanırsın.
  •     Benim için sorun değil karnen gelince hesaplaşırız.
  •     Dediklerime uymazsan başına geleceklerden de sen sorumlusun.
  •     Harçlığın fazla geliyor galiba.

 Ne Yapmak Gerekir?
Temel amaç çocuğu olumlu bir davranışa yöneltmekken amaç genelde sapar. Dersini çalışmazsan neler olacak görürsün” tehdidi çocuğun “Neler olabilir ki?” sorusunu sormasına ve bazı şeyleri göze almasına neden olabilir. Meydan okumak ve tartışmak olumsuz sonuçlara yol açan iki yöntemdir.

      6. Çok İnceleyici Sorular Sorma:
Emniyet mensuplarının savcıların kullandığı çapraz sorgulama yöntemi gibidir. Örneğin eve geç kalan çocuğun sorgulanması buna benzer. Anne ve baba doğal olarak meraklanmıştır. Güvensizlik ve merak duyguları anne ve babayı bu yöntemi kullanmaya iter. Çocuk ise sanki bir şeyler saklıyormuşçasına içine kapanabilir. O sırada konuşmak istemeyebilir. Anne ve babasının kendisine güvenmediğini düşünebilir. Bazen bu duruma isyan edebilir.

Yaygın Konuşma Biçimleri:
  • Odana kapanmış kaç saattir ne yapıyorsun?
  • Kaç soru çözdün, bugün matematik çalıştın mı?
  •  Bu şekilde sınavı kazanabileceğini sanıyor musun?
  • Okuldan kaçta çıktın, ne zamandır yoldasın, niye geç kaldın, niye geç kalacağını haber vermedin neler saklıyorsun?
  • Telefonda kiminle konuşuyorsun kaç dakikadır telefondasın ne zaman konuşman bitecek?
  • Dershaneden kaçta çıktın neler yaptın kimlerle buluştun?

 Ne Yapmak Gerekir?
Ergenliğe girmiş gence onunla ilgili ve özel olan konularda çok fazla soru sorulmamalıdır. Onun size kendi özelini anlatabilmesi için size güvenmesi gerekir. Bu güveni oluşturmadıysanız genç, ardışık sorularının karşısında ya içine kapanır ya sizi geçiştirir ya da isyan eder. Çok detay sormak onu bıktırır. Anlatmak istemediği konularda üstüne gitmek doğru değildir. “Ne zaman anlatmak istersen seni dinlerim” demeniz yeterlidir. Aşırı sorgulayıcı tutum genci utandırır ve yıpratır.
Haklısınız, ortalıkta uyuşturucu satıcılarının kol gezdiği, gençlerin kötü yola düşürülmeye çalışıldığı, çocuk ve gençlerin her türlü kötü niyetli kişilerin etki ve istismarına açık olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ancak çocuklarımızı kötülükten korumanın yolu saldırgan ve sorgulayıcı bir üslup değildir. Siz ne kadar saldırgan olursanız onun hakkında o kadar az şey bilmeye de hazır olun.

Sonuç olarak iletişim kanallarını doğru yöntemlerle kurduğumuzda karşımızdaki hangi yaşta olursa olsun başarılı bir iletişimci olmamız mümkün. Başarılı bir iletişimin temel amacı iletilmek istenen mesajın doğru iletilmesini sağlamaktır. Bunun için yapılması gereken 6 temel eylem vardır:

    1. Konuşmanın amacını belirlemelisiniz: Özellikle kritik ve önemli konularda iletişim öncesi konuşmanın amacını belirleyin. Bu konuşmanın ne gibi yararı olacak? Her konuda aynı tavrı gösterdiğinizde gerçekten önemli konular ile önemsiz konular arasındaki farkı karşınızdaki ayırt edemez hale gelir. Amaç belirlendikten sonra konuşma başlangıcında bunun çocuğa söylenmesi gerekir.
     2. Ses tonuna ve beden diline dikkat etmelisiniz: İletişimin %7’si sözlerle % 38’i ses, vurgu, tını ile %55’i ise beden diliyle yapılmaktadır. Çocuğunuza önemli bir konuda öğüt vermeniz gerekiyorsa başını ya da yanağını okşamanız sevgi ve şefkat gösteren bir beden diliyle yaklaşmanız, ses tonunuzun da gayet ılımlı olması aktaracağınızı daha etkili bir şekilde aktarmanızı sağlar. Öfkeli kızgın bir tını ise çocuğun savunmaya geçmesine neden olur. Aynı durum eşiniz, sevgiliniz, kendinizden daha büyükler için de geçerlidir. Olumlu bir ses tonu ve beden dili iletişimdeki başarınızın anahtarıdır.
     3. Can alıcı kelimeleri tekrar edin: Konuşmanızda çocuğu derinden etkileyen birkaç söz bulun. Bu, onların hedefi ya da idealleri ile ilgili olabildiği gibi yetenekleri ile de ilgili olabilir. Eğer bunları konuşmanızda birkaç kez kullanırsanız onu anladığınızı daha iyi hissettirebilirsiniz. Bundan kastım temcit pilavı gibi sürekli aynı şeyleri tekrar etmek ve karşınızdakini bıktırmak değildir elbette. 
    4. Anlaşılır bir dil kullanmaya özen gösterin: Özellikle yaşı küçük olan çocuklar anne ve babasının ne demek istediğini tam olarak anlamayabilir. Konuşmanın amacından sapmaması için onun kelime haznesini dikkate alın.
   5. Karşıdakinin duyguların anlamaya çalışın: Anlaşıldığını, dahası ne hissettiğini bilen birisiyle konuşmak çocuğu son derece mutlu eder. Eğer siz de onun duygularını anlarsanız söylediklerinize de özen gösterirsiniz. Önemli olan ne söylediğiniz değil nasıl söylediğinizdir. Örneğin çocuk ders çalışmıyorsa, bunu anne ve babasını sinir etmek için yapmıyordur. Onun bu konudaki asıl duygu ve düşüncelerini bilmek, onu suçlamaktan daha olumlu sonuçlar almanıza neden olacaktır. Hiçbir çözüme, karşınızdakini o çözüme onun isteğiyle dâhil etmeden ulaşamazsınız. Siz güçlü olduğunuz sürece insanlar istediklerinizi yapabilirler. Ancak bu yöntemi kullanmanız demek insanların bir süre sonra sizden uzaklaşmasını da göze almanız demektir.
     6. Üstün taraf olmayın: Anne baba ile çocuk arasındaki konuşma bir süre sonra inatlaşmaya dönüşür. Sonuçta öyle bir hal alır ki “Benim dediğim olacak!” duygusu her şeyden üstün hale gelir. Çocuğun asilik göstermesi söylenenin aksini yapması bu davranışa yol açar.

“İyi de çocuğun asileşmesine neden olmadan onu nasıl motive edebilirim?” sorusunu duyar gibiyim.

Çocuğu Motive Etmek:
Çocukların, karakter özellikleri, ailevi durumlar ve başka etkilerle öğrenim hayatında başarısız olması, onlarla ilgili varsayımlarda bulunurken olumsuz düşünme hakkını kimseye vermez.

  •     Veliler kendi aralarında rekabet halindeler.
  •      Çocuklarını sürekli olarak bir yarış psikolojisi içinde tutuyorlar.
  •    Çocuklarını değerlendirirken uç kavramlar kullanıyorlar (çok akıllı, çok saf, çok beceriksiz…) Bu tür etiketlemeler çocuğu baskı altına almaktadır.
  •  Anne ve baba kendi tatmin edilmemiş planlarını çocuk üzerinden gidermeye çalışmaktadırlar.
  •    Derslerini eksik yapan çocuğun ödevlerini yapmak ya da ders çalışması için sürekli ödül vermek de bir başka sıkça rastlanan yanlış davranışlardandır.

 Bütün bunları göz önüne alarak çocuğu motive etmek için beş temel eylemden söz edilebilir:

     1. Var olan isteği yok etmeyin: Çocuğunuzun yapmak istediği meslek dalı ile ilgili olarak ona saygılı davranın, yaptırım uygulamayın. Sizin kafanızdaki saygınlık ya da para kazanma kavramıyla onun kendisi için uygun gördüğü gelecek algısı örtüşmeyebilir. Önemli olan onun başarısı ve mutluluğudur. Anne ve babalar amaçları kötü olmasa da çocukların hayallerini kırabilmekte hedeflerini yok edebilmektedir. Bilgisayar mühendisi olmak istediğini söyleyen çocuğa “Sen bu matematikle ancak kaldırım mühendisi olabilirsin.” demek o çocuğu motive etme yolu değildir. Aslında meslekle ilgili hayaller semboldür. Örneğin sihirbaz olacağını söyleyen bir çocuk ileride insanları şaşırtan yaratıcılık gerektiren bir meslek sahibi olabilir. Öncelikle çocuğun içinde bir heves varsa bunu kabul etmeli saygı göstermeli ve onun bu heyecanına ortak olmalısınız. Çocuğun istek ve idealleriyle çatışacak yaptırımlar uygulamamalısınız. Kaldı ki bu konuda onun ne kadar ciddi olduğu da gösterdiği performans ve sarf ettiği emekten anlaşılabilir. Anne ve babanın dikkat etmesi gereken temel nokta, çocuğun hedef olarak belirlediği noktanın gerçekten onun varmak istediği nokta mı yoksa daha farklı noktalara gelmek için emek harcamak istememesi mi olduğunu ayırt edebilmektir.

      2. Çocuğa hedef gösterin: İnsanlar hedef ile temenniyi çoğu zaman karıştırır. Hedef kesin net ve somuttur. Temenni ise muğlak ve soyuttur. Çocuklar kimi zaman gerçekleşmesi imkânsız isteklerde bulunabilir. Anne ve babalar bu istekleri önemser ve dikkate alırlarsa çocuğun lehinde kullanabilirler. Örneğin:

Çocuk: Anne ben büyüyünce astronot olacağım.
Anne: Öyle mi? Demek astronot olacaksın.
Çocuk: Evet.
Anne: Neden peki?
Çocuk: Çünkü astronotlar uzayda istedikleri gibi gezebiliyor.
Anne: Uzaya neden gitmek istiyorsun?
Çocuk: Çünkü uzayı çok merak ediyorum. Yıldız savaşlarında gördüm çok güzel bir yer uzay.
Anne: Peki nasıl astronot olunur biliyor musun?
Çocuk: Tam değil.
Anne: Öncelikle okuldaki derslerin çok iyi olması lazım. Eğer okuldaki derslerin çok iyi olursa astronot olarak seçilme şansın artar.
Çocuk: Bunun okulla ne ilgisi var?
Anne: Derslerle bile ilgisi var kuzucum. Özellikle fen ve matematik derslerin çok iyi olmalı.
Çocuk: Neden?
Anne: Çünkü astronot olabilmen için uzay bilimleri konusunda eğitim alman gerekecek ve bunun için de matematik ve fen derslerinin iyi olması gerekiyor. Sadece onlar değil tabi diğer tüm derslerde de başarılı olmalısın. Düşünsene ne kadar çok insan astronot olmak istiyor. En başarılıları seçiyorlar haliyle.
Çocuk: Öyleyse tüm derslerimde başarılı olacağım ve uzaya gideceğim.
Anne: bundan eminim bitanem, çünkü sen akıllı başarılı ve sözünde duran bir çocuksun.

Bu konuşmada anne çocuğun nasıl ulaşacağını bilmediği bir hayale gerçeklik katmış onu hedef haline getirmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta annenin çocuğa bir hedef koymaması sadece çocuğun hayalini daha net hale getirmesinde yardımcı olmasıdır.

     3. Çocuğu olumlu teşvik edin: Çocuk sizinle herhangi bir konuda umudunu amacını hedefini paylaştığında onu olumlu anlamda teşvik edin, umudunu kırmayın nazik bir dil kullanın. Onunla alay etmeyin. Çocuk izlediği filmden etkilenip örümcek adam olmak isteyebilir. Onunla dalga geçmek yerine onun bir film olduğunu gerçek hayatta yüksekten atladığımızda yaralanabileceğimizi hatta ölebileceğimizi söyleyebiliriz. Örneğin bir önceki konuşmayı ele alalım. Astronot olmak isteyen çocuğa “Sen kim astronot olmak kim? Sen önce televizyon seyretmek yerine dersini çalış sınıfını geç de…” dediğimizde çocuk anlaşılmadığını küçümsendiğini aşağılandığını düşünecek giderek daha az şeyi sizinle paylaşacaktır. Olumlu anlamda teşvik etmek yerine umudu kırılan çocuk ile ilişki giderek zayıflar.

     4. Çocuğu ödüllendirin: Olumlu şeyler yaptığında bunu görün ve ödüllendirin. Ödülün mutlaka maddi değere sahip olması gerekmez. Bu olumlu davranışı fark ettiğinizi göstermek, teşekkür etmek, sarılmak öpmek başını okşamak övmek de ödüldür. Ödül ile rüşvet birbirine karıştırılmamalıdır. Ödül olumlu bir davranış sonrası verilir. Rüşvet ise davranış öncesi verilir ya da verileceği söylenir. Maddi ödüllerde çocuğun ödülden haberi olmamalıdır. Sınıfımı geçersem bilgisayar sahibi olacağım düşüncesi çocuğu koşullu sevgiye yönlendirir. Sorumluluklarını koşullu olarak yerine getirmeye alışır.

5. Onunla zaman geçirin: Anne ve babanın çalıştığı günümüz koşullarında çocuğun bütün maddi gereksinimleri karşılanırken çocuğun duygusal ihtiyaçları beklentileri okul durumu çok fazla gözlemlenmemektedir. Çocuk kimi zaman ben para değil sevgi istiyorum diyerek duygusal açlığını dile getirmektedir. Aslında çocuğun sevgi diye adlandırdığı kavram ilgi ve paylaşımdır. İleride çocuğunuz sizin ona aldığınız son model bilişim cihazlarını değil onunla oynadığınız oyunları yaptığınız sohbetleri gittiğiniz maçları hatırlayacaktır. Onunla konuşun. Anne ve babalar konuşmayı sorgulamak ya da öğüt vermek olarak algılıyorlar. Onunla konuşun, gerçekten konuşun, sohbet edin. Birlikte zaman geçirin. Bundan kastım AVM’lerde dolaşmak değil. Birlikte yemek yapın, temizlik yapın, oyun oynayın, maça gidin, aile fotoğraflarına bakın, spor yapın…

Sevgiyle kalın…




9 Mayıs 2014 Cuma

ALDIĞIM EN GÜZEL HEDİYE

Hayatın yükselen temposu, kaynak aktarılacak çok daha fazla şey olması, iş içi rekabetin artması, yaşam standardının yükselmesi, hayattan beklentilerimizin artması… ve bütün bunlara sahip olabilmek için çok daha fazla çalışmak zorunda kalmamız, aile içi iletişimsizliği de ister istemez arttırıyor. Çocuklara ayrılamayan zamanın oluşturduğu vicdani baskı, onların her istediklerini hatta akıllarına bile gelmeyenleri onlara sunarak azaltılmaya çalışılıyor. Aynı tempo ve iletişimsizlik boşanmaların da nedenlerinden biri. Boşanma; kadın, erkek ve çocuklar için çok travmatik bir olay şüphesiz. Ancak kadın için ekstra zorlukların da oluşmasına neden oluyor. 
“Ayaklarının üzerinde duran, bir ev geçindirecek parayı kazanan, herkesten saygı gören bir kadın ne zorluk yaşar ki boşanınca?” diye düşünebilirsiniz. Oysa boşanmak, dul olmak kadının birdenbire sınıf düşmesi anlamına gelir. Kadın değersizleşiverir, erkekler için daha bir ulaşılabilir hale gelen kadın, hemcinsleri için ise potansiyel bir rakiptir üstelik. Ayrıca boşanmış kadın, destek görmeyi beklediği hemcinslerinin kızgınlığı ile de karşılaşır kimi zaman. Kendi yapamadığını, cesaret edemediğini yapmıştır boşanan kadın. Farklılaşmıştır, eski köye yeni adet getirmiştir. Boşanmaların artmasına bağlı olarak boşanan kadının sıradanlaştığını, insanların alıştığını düşünebilirsiniz ama değil.
Çocuk yetiştirmek zordur ama tek başına bir kadının çocuk yetiştirmesi ise daha da zordur. Olabilecek tüm olumsuzlukların sorumlusu annedir çünkü bizzat annenin kendi gözünde bile. Kadın sanki çocuğunu çeyiz sandığında getirmiştir evlenirken, boşanırken de götürecektir tabii ki! Babalar boşanma ile çoğunlukla ortadan kaybolur. En iyileri ise “pazar babası” haline geliverir. Pazarları (o da her pazar değil) alır götürür çocuğu, yedirir içirir bol miktarda da şımartır. Eve gelen gideni sorgular, annenin yaşantısını izlemeye çalışır çocuğun satır aralarından. Eğer babaanneye de gidiliyorsa çocuk bol miktarda anne dedikodusu da dinler. Alma saatine uyulmaz, teslim saatine uyulmaz, geleceğim denir gelinmez, gelinmemesi gerektiği zaman kapıya dayanılır. Yaptığı ya da yapmadığı her hareketle “Bu topluluğun yöneticisi, kural koyanı hala benim.” mesajı vermeye çalışır eski koca, babalık vasfının ona verdiği cesaretle. Gizli ya da açık kadının tüm hayatını kontrol eder.
Kadın işinde zaten yeteri kadar yoruluyor ve geriliyordur. Bir de eve gelip evin sorumluluğunu yerine getirmek, birazdan yatacak olan çocuğun kısıtlı zamanında kavga dövüş ödev yapmak, sürekli eleştiren, telaşlı, bağıran, sinirli bir insan olmak… Pazar günü babasıyla çok eğlenceli bir gün geçiren çocuk, pazartesi akşamı gerilir bu yüzden ve anneyi acıtmak için fırsat bulunca da kaçırmaz. Babasının ya da babaannesinin annesi hakkında söylediği, o anki duruma uygun düşen bir tanımlamasını döküverince ortaya, kadın paniğe kapılır. Çocuk elden gitmektedir.
Kadın, çocuğuna tüm yasakları, kuralları koyan kötü polis olmakla baba ile rekabet edemeyeceği gibi bir duyguya kapılmaya başlar. Çocuğun sevgisini sürekli tutmak hatta kendisini daha fazla sevmesini sağlamak için o da bir şeyler yapmalıdır. İşte bu noktada çocuk kontrolü eline alır. Artık bu çocuğa kural koyamazsınız, eleştiremezsiniz, sorumluluk almaya teşvik ve ikna edemezsiniz. Aile hayatı paramparça olan çocuk giderek önce okulda sonra da arkadaşlık ilişkilerinde çıkmaza girmeye başlar. Kendisinin kural koyamadığı elini taşın altına koymak zorunda olduğu ortamlardan sıkılır, kaçınır, kaçar. Sanal dünya giderek daha cazip hale gelir…
Ne yapmalı? Bunun her çocuğa uygulanabilecek genel geçer bir formülü var mı? Elbette ki yok! Ancak kadının kendisine güvenmesi ve tutarlı olması lazım. Baba ile kuralsızlık konusunda rekabete girmek, düşülebilecek en büyük yanlış. Ne aşırı korumacı olup çocuğun elini kolunu bağlamak ne de her şeyi yapmasına yaşamasına izin vermek doğru. Ancak bunları söylemek yapmaktan çok daha kolay. Çünkü her çocuk için geçerli olan ortak bir doz yok. Ayrıca aynı çocuk için bile gün güne yıl yıla uymaz bildiğiniz gibi.
İletişimi koparmamak ve tutarlı olmak en önemli kıstas. Çocuk bilmeli ki hata bile yapsa, annesi onu uyarmıştı, doğruyu bilir annesi ama sürekli başına kakmaz vıdıvıdı yapmaz. Yine bilmeli ki çocuk, her ne yaparsa yapsın annesi yanında ve arkasındadır. Bu, annesinin onun her yaptığını onayladığı anlamına gelmez, annesi tarafından eleştirilse de bilir ki sonuna dek sahip çıkar anne ona. Annesinin sevgisi koşullu değildir, başarıya endeksli değildir. Her koşulda çok sever ama çocuk başarılı olursa fazladan sevinir mutlu olur annesi, daha çok sevmez ama.
Oğlum 2001’de ÖSS’den çıktığında sevinçle boynuma sarıldı, “Çok iyi geçti!” diyecek diye bekledim. “Annem seni çok seviyorum, bir soru vardı Türkçe testinde. Bir paragraf sorusuydu, seni anlatıyordu sanki. Sen bana hiçbir zaman doğrudan yasaklar koymadın ama yapacağım her hareketin üzerinde gerçekten düşünmemi, sorumluluk almamı sağladın. Sonra da kararım ne olursa olsun başıma bir şey geldiğinde yanımda oldun. Ne kadar şanslı olduğumu düşündüm sınavda böyle bir annem olduğu için. O yüzden sınavım da çok iyi geçti.” dedi öptü, öptü…
Ertesi gün soruyu gazetede gördüm. El yordamı ile bulduğum yolun, doğru bir yol olduğunu ben de bu paragraf sorusu ile anladım. Soru şöyleydi:
“Dört beş yaşlarında bir çocuk ağaca tırmanıyor. Onu izleyen annesi, çocuğa: “Dikkat et, in, düşersin.” demiyor. “Ağaçtan düşersen ne olabileceğini düşünüyor musun?” diyor. Yukarıda sözü edilen annenin yapmak istediği aşağıdakilerden hangisidir?” Seçeneklere gerek yok sanırım, derdimiz soruyu çözmek değil çünkü.

Teşekkürler oğlum, bana anne olmayı öğrettiğin için…
Sevgiyle...




17 Nisan 2014 Perşembe

MİYASE

Miyase, bizim eve ayda bir kez cam silmeye gelirdi. Üzerine giydiği grisi moruna karışmış gömleğinin kumaş kalınlığı değişirdi sadece kıştan yaza, yazdan kışa... Gömleğin üzerine de gri bir yelek giyerdi, altında gri kahverengi tonlarda bir pijama pantolonu, başında da her daim bozbulanık bir yemeni vardı. Yolda görseniz fark etmeyeceğiniz kadar gri tonlarındaydı Miyase. Yolda başını yere eğerek yürürdü zaten, gözlerini göremezdiniz. Ama eğer görebilseydiniz asla unutmazdınız. İçinde ateşler yanan gözleri, güldüğünde menevişlenir, şenlik ateşi haline gelirdi.
Ağzıyla, yanağıyla gözüyle bütün vücuduyla gülerdi Miyase. İş yaparken türkünün birini bitirir diğerine başlardı, türkü söylemeden iş yapamazdı çünkü. Çalışmaya ilk başlayacağı zaman, “Bak, ben çok türkü söylerim, hemi de bağıra bağıra söylerim. Bozuşmaca yok, demedi deme.” demişti.
Dört çocuğuna bakardı evlere temizliğe giderek, kocası bir gün sabah evden çıkmış bir daha da gelmemiş. Nerede olduğunu bilen yok. Kimisi Libya’ya gitti demiş kimisi de başka bir kadınla kaçtığını söylemiş. Yıllardır gören duyan yok. Ev sahibi bunları kapının önüne koyunca parkta yatmaya başlamışlar, konu komşu yiyecek getirmiş bir süre. “Yiyecekle olmuyor ki. Hani bunun suyu elektriği, helâsı… İti var kopuğu var, yazı var kışı var. Herkes gece kapısını kapatır yatar. Ben sıraya büzüşürüm. En küçük bir yaşında o zaman. 'Elden gelen övün olmaz gelse de vaktinde gelmez” deyip en iyi bildiği işi yapmaya karar vermiş, evlere temizliğe gitmeye başlamış. “Çocuklar birbirini büyüttü, ben sadece ekmek getirdim eve. Allah’ıma şükür, bana çalışacak canı, sağlığı verdi, işleri bulmamı sağladı, geçinip gidiyoruz” derdi gülerek. İki türkü arasında bir gün bana dönüp “Benim için diyorlar ki ‘Herhal kafayı yedi. Ha bire güler söyler türkü çığırır.’ Belki de haklılardır ne bilem? Bütün bunlar akıllıya zor gelir de bana gelmiyor, mutluyum ben.”
Yazdığım OKU adlı kitapta 27. hikâyenin adı, HUZUR. Bu hikâyenin son paragrafında kral şöyle diyor: “Huzur, hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunlar içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.” Miyase’nin kişiliği kralın sözleriyle o kadar örtüşüyor ki.
Babası Miyase’yi 15 milyara vermiş kocasına, “İyi paraydı, şimdi 15 milyon mu ediyor 15 bin mi karıştırıyom ben” derdi gülerek. İlk çocuk doğunca nikâh yapmışlar, nüfusu da o zaman çıkmış Miyase’nin. En küçük kızıyla beraber okuma yazmayı sökmüş “Liseyi falan bitirecem belki de üniversite okurum, başkalarından neyim eksik.” derdi. Miyase, danışanlarımın defterine tekrar tekrar yazdırdığım sloganın ayaklı örneği sanki: “Başkaları yapabiliyorsa sen de yapabilirsin!”
Miyase genç kızlığında zayıf ve kırılgan bir yapısı olduğunu sık sık da hastalandığını, bu kadar yükü nasıl kaldırdığına kendisinin de şaştığını söylerdi hep. Şimdi bu yazıyı yazarken Miyase OKU'dan başka bir hikayeyi hatırlattı bana. OKU’da 11. sırada yer alan bu hikâyeyi sizlerle de paylaşmak istiyorum:

Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye patates, diğerine yumurta, diğerine de kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiç bir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceğini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi.
Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu: ‘Ne görüyorsun?’ ‘Patates, yumurta, kahve’ diye alaylı bir cevap verdi kızı. ‘Daha yakından bak bir de… Patatese dokun!’
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. ‘Aynı şekilde, yumurtayı da incele.’  dedi baba. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızın kahveden bir yudum almasını istedi. Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı. ‘Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?’
Babası patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi.
Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise başlangıçta çok kırılgandı ama kaynar su da kalınca, katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
Baba, ‘Sen hangisisin?’ diye sordu kızına. ‘Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin; yumurta gibi kalbini mi katılaştıracaksın; yoksa kahve çekirdekleri gibi başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?’

Miyase’nin başına gelenler başka kadınların da başına geldi, gelmeye de devam ediyor. Ancak o, başına gelenler yüzünden ağlayıp sızlamak, başkalarının acıma duygularını kullanıp finans kaynakları yaratmak, çocuklarına şiddet göstererek başına gelenlerin acısını onlardan çıkarmak, vücudunu satmak gibi yöntemlerin hiçbirini kullanmadı. “Ben bile” derdi Miyase, “bu kadar güçlü olduğumu bilmiyordum.”
Miyase’nin yaşadıkları, hem onun kendisini tanımasına ve içindeki potansiyeli farkına varmasına,  hem de yeteneklerini geliştirmesine neden olmuş. Peki ya bizim yaşadıklarımız bizi ne yaptı, ne yapıyor?

Sevgiyle…
Ayşe İhsan