26 Kasım 2013 Salı

BİR MEKTUP

Bugün kütüphanemde temizlik yaptım. Aman Allahım! Ne çok kâğıt, ne çok dosya saklamışım. İşe yarar diye, hatırası var diye, bir gün lazım olur diye sakladıklarımı tek tek gözden geçirdim. Veee ne buldum?

Yıl 1998, özel bir okulda çalışmaktayım. Etimizden, yünümüzden, derimizden tam anlamıyla yarar sağlanıyor. Örneğin haftada 30 saat derse girip ayrıca TÜBİTAK Olimpiyat ekibini çalıştırıyor, üstüne de iki tane TÜBİTAK Biyoloji projesi danışmanlığı yapıyorum. Ayrıca aynı zamanda bir dershanede çalışır gibi deneme sınavları, konu sonu testleri gibi çalışmalarda kullanılmak üzere özgün test sorusu da hazırlıyorum. Yazılı sorusu hazırlamak, yazılı okumak, nöbet tutmak, her hafta zümre ve öğretmenler kurulu toplantılarına girmek, kol ve kulüp faaliyetleri de cabası.

Derken, bütün öğretmenlere bilgisayar kursu, ardından da sertifika verdiler. Yavaş yavaş bilgisayar ortamına geçiyoruz çünkü. Sonra da hotmail’den bir mail adresi dağıttılar. Bende şafak attı. O kızgınlıkla müdürüme uzuun bir mektup döşendim. İşte, bugün temizlik yaparken bulduklarım arasında o mektubun müsveddesi de vardı. Niye mi o kadar kızdım? Mektubum aşağıda, buyurun okuyun.

Sayın Müdürüm,
Rönesans’la birlikte “kimlik” daha sistematik olarak sorgulanır oldu. Batı’da, feodal sistemde efendinin köylülerinden herhangi birisi olan kişi, kapitalizme geçiş sürecinde “birey” olduğunu farkına vardıkça “ben” olgusunun yanı sıra “sen”, “öteki”, “onlar”… gibi kavramlar da ortaya çıktı ve sorgulanır oldu.

Varlıkların farklı özelliklere sahip olduklarını “fark etmek”, anlamayı ve öğrenmeyi yani “merak” duygusunu kamçılamıştır. “Merak” ise bilimin ve araştırmanın temelidir.
Aydınlanma Çağı ile birlikte portre yapımının hız kazanması tesadüfi değildir. İnsanlar kendilerini, diğerlerinden farklı kılan çizgileri betimletmek istiyorlardı. Doğu’da ise hâkim olan minyatürdür ki, minyatür sanatında bir bireyi diğerinden çok da farklı çizmemelidir usta. Örneğin bir atı daha önceki ustaların çizdiği atlardan farklı çizmek beceriksizlik olarak algılanıyordu. Yani varlıkları birbirine benzetebildiği ölçüde usta “usta”ydı. Orhan Pamuk,  Doğu ve Batı’nın düşünce sistematiğini sorgularken, Benim Adım Kırmızı adlı romanında bu durumu saptamaktadır.

Doğu Anadolu’da Beritan Aşireti’ne mensup olmak çok şey katar insana. Anadolu’nun orta ve batısında aşiret kavramı büyük ölçüde ortadan kalksa da (Sarıkeçililer, Karakeçililer artık birer nostalji) X ilçesinde, Y şehrinde doğmanın, Z sülalesinden çıkmanın insanlara ne gibi ayrıcalıklar sağlayabildiğine benim gibi siz de şahit olmuşsunuzdur.
Adam aşiretinden, ilçesinden, sülalesinden… koptu ya da koparıldı mı artık hiçbir şeydir. Çünkü o büyük bir organizmanın bir parçasıdır sadece, birey değildir. Nasıl ki büyük bir organizmadan kopan tek bir hücre, bağımsız yaşantısını sürdüremez ise, o da ayakta kalamaz kolay kolay. Bu nedenledir ki farklılıkları anlamaz, algılamaz, hoş görmez, merak etmez hele hele hiç sorgulamaz. Sürüden ayrılanı kurt kapar çünkü. Eski köye yeni adet getirilmemelidir. Ne deniliyorsa yapar, kolay yönetilir. Büyükleri her şeyi ondan daha iyi bilir.  Organizmayı yöneten sistem ne diyorsa doğru diyordur, hikmetinden sual olunmaz.
Soruların olmadığı, cevapların ise çoktan verildiği böyle toplumlarda ise araştırma olmaz, sorgulamak ise kavgaya dönüşür. Çünkü bu tür toplumlara “akıl” egemen değildir. Bu tür toplumlarda merak ve sorgulama ikilisinin yöntemlerini kullanan bilim de gelişemez doğal olarak.

Batı’da “kimlik” kavramının sorgulanması ile bilimsel ilerlemelerin paralel gitmesi tesadüfi değildir. Bu bağlamda da her şeye bir ad vermek ve o varlığın diğerlerinden farkının altını çizmek, yapılan temel işlemlerden birisidir. Biyolojide de Sistematik denen alt bilim dalı (Biyolojik varlıkları benzerlikleri ve farklılıklarına göre gruplayıp adlandırma)yöntemleri açısından bu dönemlerde son şeklini almıştır denilebilir.

Ad önemlidir, çünkü bireyi, farkı ifade eder. Bu nedenle Batı, sadece birbirinin aynısı olan seri üretimlere numaralar vermekle yetinmiştir. Bir de binlerce göktaşını barındıran Asteroidler Kuşağı’ndaki asteroidlerin numarası vardır. Yani numaralandırmak, o varlıkların birbirinden ayırt edici, dikkate değer özellikleri olmadığını kabul etmek demektir. “Numarası yok adı var” bir jean firmasının reklam sloganı olup saydığım nedenlerden ötürü Batı’da pek tutarken bizde dikkate değer bir ilgi oluşturmadı. Oysa soyadı kanunu çıktığında “ad”landırmak amaçlanmıştı ve özellikle sülale adları ve lakaplarını soyadı olarak almak yasaklanmıştı. Ama buna hazır olmayan insanlar görevli memurun önünde sıraya geçip lakaplarını soyadı olarak alamayacaklarını öğrendiklerinde, hazırlıklı da gelmemişlerse memurun yaratıcılığıyla, Birinci, İkinci, Üçüncü gibi soyadları aldılar ve yine numaralandırıldılar.

Beklerdim ki belli bir düşünce sistematiğine sahip olduğunu iddia eden, sorgulayıcı bireyler yetiştirme iddiasında olan okumuzda bu hata yapılmasın. Bireysel kimliğime özen gösterildiği gibi başkalarınınkilere de saygı duyulsun. Ama bugün bir de baktım ki benim de artık bir numaram var: itk190. Bu durumun pratik bir yararı olduğu söylenebilir. Ama kurum çalışanlarına e-posta adresi veren kuruluşların çoğu (örneğin gazeteler gibi)çalışanların isimlerini öne çıkarıyorlar. umurtalu@hurriyet.com gibi. Ha, deniliyorsa, gazeteyi var eden gazetecilerdir ve doğaldır ki adları da vurgulanacaktır. Bu kurumu var eden tahtalar, dolaplar, sıralar mıdır? Sıraların, tahtaların, dolapların numarası olur ama benim de numaram varsa sizce ne düşünmeliyim?

Tüm bunlar bir yana okulum bana bir de şifre numarası vermiştir, itk 734. Üstelik değiştirilemez bir şifre. Benim bunu değiştirememem; aşiret toplumunda giz ve sır olmamasına, yöneticilerin, şeyhin, şıhın tüm sırlara vakıf olmasına, her şeyi bilmek zorunda olmasına ne kadar benziyor değil mi?

Sonra da biz bu kurumda bilimsel çalışma mı yapacağız?


Saygılarımla. 

Sevgiyle kalın...

Ayşe İhsan

13 Kasım 2013 Çarşamba

İSTEYİN OLSUN

Göztepe çocuğuyum ben. Yıllarca ailemle Göztepe’de yaşadım. Evlenince Üçkuyular’a taşındım. Henüz çalışmıyordum. Haftada birkaç gün Üçkuyular’dan Göztepe’ye yürüyerek ailemi ziyarete gelirdim. Mithatpaşa Caddesi boyunca bir yandan yürürken bir yandan da vitrinlere bakar, alışveriş yapar, rastlaştığım tanıdıklarla ayaküstü sohbet ederdim. Oğluma hamile kalınca bu yürüyüşler günlük rutinimin bir parçası haline geldi. Hamilelik dönemimde hayretle bir şeyi fark ettim. Aylardır yürüdüğüm yürüyüş güzergahımda ne de çok çocuk giysisi ya da oyuncağı satan dükkan vardı. Onlar hep oradaydılar ama ben yeni fark etmiştim, daha önce dikkatimi hiç çekmemişti. “Algıda seçicilik” adı verilen bu durum aslında hiçbirimizin yabancısı değil.
Ben bugün bu konuya farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum: Bazen başımız fena halde sıkışır. Ya parasal yönden zora girmişizdir, ya işimizi kaybetmişizdir, ya da duygusal problemlerimiz vardır… Hani hiçbir şeyin yolunda gitmediği, her şeyin insanın üstüne üstüne geldiği o karanlık anlar. Eskilerin “Geldi mi üst üste gelir” dediği dönemler. Biliriz ki “Gecenin en karanlık noktası sabah aydınlığını içinde taşır.” Biliriz ama yine de o an her şey kapkaranlık görünür bize.  Sonra bir şeyler olur, gökyüzündeki bulutlar dağılır yeni çözümler, çözüm yolları bulunur.
Aslında zora girdiğimiz andan itibaren bütün benliğimizle çözüm yolları aramaya başlarız. Farkında olsak da olmasak da tüm algılarımız yeni durumumuza kanalize olmuştur ve daha önce görmediğimiz, yanı başımızda olan seçenekleri, çözümleri görmeye başlarız. Yeni koşullardan “yeni ben” yaratırız. Sanki ilahi bir şekilde yanı başımızda beliriveren çözümler aslında hep oradadır ve bizim onları fark etmemizi beklerler. Onları fark ettiğimiz anda çözüm süreci de başlar. Çözüm sürecine girmemizle birlikte bulutlar dağılmaya içimiz yeniden aydınlanmaya başlar.
Örneğin ben, en parasız anlarımda hep sokakta para bulmuşumdur. Bunu, şans ya da ilahi bir destek olarak değerlendirmek de mümkün ancak ben beden dilimin o andaki haliyle açıklıyorum bu durumu. Başım önde omuzum çökük yola bakarak yürürken yerdeki parayı görme olasılığım, cebimde para varken ve omuzlarım dik olarak ileriye ya da vitrinlere bakarak yürüdüğüm zamanlara göre daha fazla doğal olarak.
Günümüzün yükselen trendi, “İsteyin olsun!”un temeli de bu süreçtir zaten. Neyi istiyorsak, daha doğrusu neye odaklandıysak onunla ilgili verileri ipuçlarını toplamaya başladığımızdan ya da hayatımızda olanları bu pencereden bakarak yorumladığımızdan, gerçekten istiyorsak olur zaten.
Gerçekten istemek, o durumla ilgili kafa yormak, plan yapmak ve harekete geçmek demektir. Yoksa sabahtan akşama kadar transa girip sayısalın size çıkmasını beklemekten, bütün gün iş ilanlarına bile bakmadan evde oturup iş bulmaktan, sanal ya da gerçek hiçbir insan topluluğuna karışmayıp arkadaş bulmaktan söz etmiyorum.
Ben istiyorum ve oluyor sizde durum nasıl?

Sevgiyle…


Ayşe İhsan



1 Kasım 2013 Cuma

ANILAR - MANTICI FATMA TEYZE

Göztepe ve Mithatpaşa’daki yalıların, bahçe içindeki evlerin hızla apartmanlaşmaya başladığı dönemlerde onbir daireden oluşan çocukluğumun apartmanında herkes yıllardır temel komşusuydu. Kiracı bulunmayan bu apartmanda sakinler birbirinin sadece komşusu değil aynı zamanda arkadaşı, sırdaşı, her şeyiydi. Çocuklar ve babalar evden gittikten sonra anneler işe koyulur saat on civarında bütün işler bitmiş olur ve sıra günün olmazsa olmazına, sabah kahvesi sefasına gelirdi. Her gün başka bir dairede gerçekleşen bu ritüelde komşular sanki günlerdir görüşmüyorlarmış gibi konuşacak bir sürü şey bulur, örgü, dantel örnekleri paylaşılır, çokça da dertleşilirdi.
Fatma Teyze, bizim hemen bir üstümüzde otururdu, okuma yazmayı büyük oğlu ilkokula giderken öğrenmiş olan bu kadın, Boşnak kökenliydi, hiç okutulmamış, ondördünde evlenmiş, onbeşinde, büyük oğlunu onsekizinde ise küçüğünü kucağına almıştı. Fatma Teyze’nin eşinin, yüksek gelir getiren bir işi vardı ve haftanın üç günü gece eve geliyorsa, dört gününü iş seyahatinde geçiriyordu ya da biz öyle biliyorduk.
Onun evinin temizliği, düzeni, yemeklerinin hele de hamur işlerinin lezzeti dillere destandı ama özellikle de mantısı. Hatta öğleden sonraları yapılan ev gezmelerinde – annem onlara ‘gün’ diyordu – sıra Fatma Teyze’ye geldiğinde o, diğer hanımlar gibi üç çeşit tuzlu, iki çeşit tatlı falan gibi geleneksel olmuş ikramları yapmazdı. Çünkü herkes ondan mantı yapmasını isterdi.
Bir gün nasıl olduysa, Fatma Teyze’nin eşinin aslında iş seyahatine gitmediği, başka bir evi ve karısı daha olduğu ortaya çıktı. Mehmet Amca – Fatma Teyze’nin eşi – bu ilişkiyi inkâr etmediği gibi “Aç değilsin, açıkta değilsin, ailen çok fakir, nereye gidersin, kabullen bu durumu” demiş.
Apartmanın gündemine bomba gibi düşen bu haber günlerce tartışmalara neden oldu. Fatma Teyze Nuh diyor peygamber demiyordu, tutturmuştu ayrılacağım diye. Bütün kadınlar vazgeçirmeye çalışıyorlardı bu kararından: “Nereye gideceksin, ne yaparsın, işin yok, mesleğin yok, diploman yok, bir yerden gelirin de yok, yapma etme, öfkeyle kalkan zararla oturur, düzenini bozma, bak bize, herkesin kocası sanki çok mu edepli, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkü dükkânıdır. Sabırlı ol, sabrın sonu selamettir. Elbette o da durulacak uslanacak, aslan gibi evlatların var kendini düşünmüyorsan onları düşün. Bütün mal mülk kocanın üstüne, maazallah kızdırırsan zırnık koklatmaz, sefil olursun, güzel kadınsın, kötü yola düşersin…”
Henüz evlilikte mal ortaklığı rejiminin değil uygulanması, varlığının bile olmadığı hatta tartışılmadığı yıllardı. Mehmet Amca gerçekten de Fatma Teyze’yi nafakasız, evsiz ortada bırakıverirdi. Böylece Fatma Teyze’nin pişman olup çaresiz kalıp eski düzeni sürdürmesi için onu zorlardı. 
Fatma Teyze, bütün önerilere başını iki yana sallayarak cevap veriyor tek kelime etmiyordu. Bir kahve toplantısından sonra evine çıktı, eşinin sekreterini arayıp. “Kızım, şoförü yolla Mehmet Bey’in eşyalarını alsın evden” demiş. Mehmet Amca’nın kişisel eşyaları iki bavula sığdı ve kapının önüne kondu. Bu tavır, apartmanın diğer sakinleri tarafından hiç de hoş karşılanmadı. Fatma Teyze’nin gereksiz bir inadı sürdürdüğünü düşünüyorlardı. Üstelik onun bu meydan okuyan tavrı, diğer kadınları kendileriyle yüzleşmeye de zorladığından rahatsızlık veriyordu.
Fatma Teyze aynı gün en yakın kuyumcuda bütün bileziklerini, yüzüklerini ondört ayarlıklara kadar bozdurdu, bir hafta sonra apartmana yakın bir kavşakta başka bir apartmanın zemin katında 20 metrekarelik bir dükkân tuttu. Üç masa oniki sandalye ve bir tezgâhla bir ay sonra mantıcılık yapmaya başladı, en iyi bildiği işi…
Henüz ev yemekleri dükkânları furyası başlamamıştı. Yakındaki üniversitenin öğrencileri, banka çalışanları, onun lezzetini bir kez tatmış çalışan çalışmayan… akın akın gelmeye başladı dükkâna. Bir gelen bir daha geliyor, bir yiyen başkasını da getiriyordu. Bir süpermarket zincirinden gelen teklif üzerine işi büyüttü, mantıları fırınlayarak dayanıklı hale getirip paketleyerek satmaya başladı. Siparişler o kadar fazlaydı ki büyük bir üretim yerine taşınmak zorunda kaldılar. Mehmet Amca’nın eşyalarının kapı önüne konmasından altı ay sonra Fatma Teyze, boşanmış, yıllardır oturduğu evi boşaltmış olarak sekiz kadının harıl harıl mantı hamuru açtığı 200 metrekarelik bir işyeri sahibiydi.
Büyük oğlu bir sene sonra işletmeden mezun olduğunda kurulu bir düzenin başına geçti, üç yıl sonra da küçük oğlu işlerin diğer kısmını devraldı.
Küçük oğlu da iş güç sahibi olduğunda Fatma Teyze kendini emekliye ayırdı, çok sevdiği mantı yapma işini artık sadece ahbapları, komşuları ve oğulları evlendiği için kalabalıklaşan ailesi için yapıyor.

Birçok kadın ve erkek, bilinmezin tehlikeli sularında yüzmektense bilindiğin esaretine boyun eğer. Bilinmezlik bilinçaltı korkularını körükler çünkü. Fatma Teyze gibi bazı savaşçılar için durum farklı. Onlar, “Başkalarının düşünceleri benim gerçeğim olamaz” diyebiliyorlar. 

Sevgiyle...
Ayşe İhsan