Bugün kütüphanemde temizlik yaptım. Aman Allahım! Ne çok kâğıt,
ne çok dosya saklamışım. İşe yarar diye, hatırası var diye, bir gün lazım olur
diye sakladıklarımı tek tek gözden geçirdim. Veee ne buldum?
Yıl 1998, özel bir okulda çalışmaktayım. Etimizden,
yünümüzden, derimizden tam anlamıyla yarar sağlanıyor. Örneğin haftada 30 saat
derse girip ayrıca TÜBİTAK Olimpiyat ekibini çalıştırıyor, üstüne de iki tane
TÜBİTAK Biyoloji projesi danışmanlığı yapıyorum. Ayrıca aynı zamanda bir dershanede
çalışır gibi deneme sınavları, konu sonu testleri gibi çalışmalarda kullanılmak
üzere özgün test sorusu da hazırlıyorum. Yazılı sorusu hazırlamak, yazılı
okumak, nöbet tutmak, her hafta zümre ve öğretmenler kurulu toplantılarına
girmek, kol ve kulüp faaliyetleri de cabası.
Derken, bütün öğretmenlere bilgisayar kursu, ardından da
sertifika verdiler. Yavaş yavaş bilgisayar ortamına geçiyoruz çünkü. Sonra da
hotmail’den bir mail adresi dağıttılar. Bende şafak attı. O kızgınlıkla
müdürüme uzuun bir mektup döşendim. İşte, bugün temizlik yaparken bulduklarım
arasında o mektubun müsveddesi de vardı. Niye mi o kadar kızdım? Mektubum
aşağıda, buyurun okuyun.
Sayın Müdürüm,
Rönesans’la birlikte “kimlik” daha sistematik olarak
sorgulanır oldu. Batı’da, feodal sistemde efendinin köylülerinden herhangi
birisi olan kişi, kapitalizme geçiş sürecinde “birey” olduğunu farkına vardıkça
“ben” olgusunun yanı sıra “sen”, “öteki”, “onlar”… gibi kavramlar da ortaya
çıktı ve sorgulanır oldu.
Varlıkların farklı özelliklere sahip olduklarını “fark etmek”,
anlamayı ve öğrenmeyi yani “merak” duygusunu kamçılamıştır. “Merak” ise bilimin
ve araştırmanın temelidir.
Aydınlanma Çağı ile birlikte portre yapımının hız kazanması
tesadüfi değildir. İnsanlar kendilerini, diğerlerinden farklı kılan çizgileri
betimletmek istiyorlardı. Doğu’da ise hâkim olan minyatürdür ki, minyatür
sanatında bir bireyi diğerinden çok da farklı çizmemelidir usta. Örneğin bir
atı daha önceki ustaların çizdiği atlardan farklı çizmek beceriksizlik olarak
algılanıyordu. Yani varlıkları birbirine benzetebildiği ölçüde usta “usta”ydı. Orhan
Pamuk, Doğu ve Batı’nın düşünce
sistematiğini sorgularken, Benim Adım Kırmızı adlı romanında bu durumu
saptamaktadır.
Doğu Anadolu’da Beritan Aşireti’ne mensup olmak çok şey
katar insana. Anadolu’nun orta ve batısında aşiret kavramı büyük ölçüde ortadan
kalksa da (Sarıkeçililer, Karakeçililer artık birer nostalji) X ilçesinde, Y
şehrinde doğmanın, Z sülalesinden çıkmanın insanlara ne gibi ayrıcalıklar
sağlayabildiğine benim gibi siz de şahit olmuşsunuzdur.
Adam aşiretinden, ilçesinden, sülalesinden… koptu ya da
koparıldı mı artık hiçbir şeydir. Çünkü o büyük bir organizmanın bir parçasıdır
sadece, birey değildir. Nasıl ki büyük bir organizmadan kopan tek bir hücre,
bağımsız yaşantısını sürdüremez ise, o da ayakta kalamaz kolay kolay. Bu
nedenledir ki farklılıkları anlamaz, algılamaz, hoş görmez, merak etmez hele
hele hiç sorgulamaz. Sürüden ayrılanı kurt kapar çünkü. Eski köye yeni adet
getirilmemelidir. Ne deniliyorsa yapar, kolay yönetilir. Büyükleri her şeyi
ondan daha iyi bilir. Organizmayı
yöneten sistem ne diyorsa doğru diyordur, hikmetinden sual olunmaz.
Soruların olmadığı, cevapların ise çoktan verildiği böyle
toplumlarda ise araştırma olmaz, sorgulamak ise kavgaya dönüşür. Çünkü bu tür
toplumlara “akıl” egemen değildir. Bu tür toplumlarda merak ve sorgulama
ikilisinin yöntemlerini kullanan bilim de gelişemez doğal olarak.
Batı’da “kimlik” kavramının sorgulanması ile bilimsel
ilerlemelerin paralel gitmesi tesadüfi değildir. Bu bağlamda da her şeye bir ad
vermek ve o varlığın diğerlerinden farkının altını çizmek, yapılan temel
işlemlerden birisidir. Biyolojide de Sistematik denen alt bilim dalı (Biyolojik
varlıkları benzerlikleri ve farklılıklarına göre gruplayıp adlandırma)yöntemleri
açısından bu dönemlerde son şeklini almıştır denilebilir.
Ad önemlidir, çünkü bireyi, farkı ifade eder. Bu nedenle
Batı, sadece birbirinin aynısı olan seri üretimlere numaralar vermekle
yetinmiştir. Bir de binlerce göktaşını barındıran Asteroidler Kuşağı’ndaki
asteroidlerin numarası vardır. Yani numaralandırmak, o varlıkların birbirinden
ayırt edici, dikkate değer özellikleri olmadığını kabul etmek demektir. “Numarası
yok adı var” bir jean firmasının reklam sloganı olup saydığım nedenlerden ötürü
Batı’da pek tutarken bizde dikkate değer bir ilgi oluşturmadı. Oysa soyadı
kanunu çıktığında “ad”landırmak amaçlanmıştı ve özellikle sülale adları ve
lakaplarını soyadı olarak almak yasaklanmıştı. Ama buna hazır olmayan insanlar
görevli memurun önünde sıraya geçip lakaplarını soyadı olarak alamayacaklarını
öğrendiklerinde, hazırlıklı da gelmemişlerse memurun yaratıcılığıyla, Birinci,
İkinci, Üçüncü gibi soyadları aldılar ve yine numaralandırıldılar.
Beklerdim ki belli bir düşünce sistematiğine sahip olduğunu
iddia eden, sorgulayıcı bireyler yetiştirme iddiasında olan okumuzda bu hata
yapılmasın. Bireysel kimliğime özen gösterildiği gibi başkalarınınkilere de
saygı duyulsun. Ama bugün bir de baktım ki benim de artık bir numaram var:
itk190. Bu durumun pratik bir yararı olduğu söylenebilir. Ama kurum
çalışanlarına e-posta adresi veren kuruluşların çoğu (örneğin gazeteler gibi)çalışanların
isimlerini öne çıkarıyorlar. umurtalu@hurriyet.com
gibi. Ha, deniliyorsa, gazeteyi var eden gazetecilerdir ve doğaldır ki adları
da vurgulanacaktır. Bu kurumu var eden tahtalar, dolaplar, sıralar mıdır?
Sıraların, tahtaların, dolapların numarası olur ama benim de numaram varsa
sizce ne düşünmeliyim?
Tüm bunlar bir yana okulum bana bir de şifre numarası
vermiştir, itk 734. Üstelik değiştirilemez bir şifre. Benim bunu
değiştirememem; aşiret toplumunda giz ve sır olmamasına, yöneticilerin, şeyhin,
şıhın tüm sırlara vakıf olmasına, her şeyi bilmek zorunda olmasına ne kadar
benziyor değil mi?
Sonra da biz bu kurumda bilimsel çalışma mı yapacağız?
Saygılarımla.
Sevgiyle kalın...
Ayşe İhsan