22 Eylül 2013 Pazar

HİÇBİR ŞEY İÇİN GEÇ DEĞİL (KEP TÖRENİMİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI)

İnsanlar tanıdım, çocuk sahibi olmak için kafasında oluşturduğu mükemmel zamanın gelmesini bekleyen, insanlar tanıdım mutlu olmak için hayalini kurduğu mükemmel an’ın olmasını bekleyen… Öğrendim ki mutlu olmak için içinde bulunduğun koşulların ne olduğu çok da önemli değilmiş. Öğrendim ki mutlu olmak, huzur sahibi olmak koşula bağlı değilmiş… Elbette ki kastettiğim büyük acıları, kayıpları yaşadığımız dönemlerde mahallenin delisi gibi gülmek değil. Hepimiz düşeriz, hepimizin canı acır. Ama ya kalkarız, yolumuza devam ederiz ya da yattığımız yerde kalıp kendimize acırız. Tercih bizim. Bir Çin atasözünü paylaşmak isterim: “Karakuşların başımızın üzerinden geçmesini engelleyemeyiz ancak onların başımıza yuva yapmasını engelleyebiliriz.” der Çinli bilgeler.
İnsanlar tanıdım, “Bizden geçti” diyen, insanlar tanıdım “Artık yapamam” deyip koşullarına teslim olan. “Tamam arkadaşım, sen belki şimdi Usain Bolt gibi koşamazsın, hatta koşamazsın bile belki, iyi de kendin gibi de mi yürüyemezsin?” dedim onlara.
Spor yapmanın bir yaşı mı var ya da âşık olmanın? Resim yapmanın bir yaşı mı var ya da bir müzik aleti çalmayı öğrenmenin? Dil öğrenmenin bir yaşı mı var, ya da üniversitede okumanın? “Elbette var!” diyenlere sorarım: “Nerede yazıyor?” ya da şöyle sorayım: “Belli bir yaşa geldiği halde bunları yapmış, başarmış olanlar yok mu?” Başkası yapabiliyorsa ben de yaparım, sen de yaparsın, herkes yapabilir. Yaş, bir şeyleri yapmanın önünde engel değil, içimizdeki ataletin bahanesidir ancak.
Bizler lise çağındayken mezuniyet ve diploma törenleri yapılmazdı. Hele de kep ve cübbe giymek sadece kolej öğrencilerine mahsus bir ayrıcalıktı o devirde. Üniversitede de böyle bir gelenek yoktu. Zaten 1981’de üniversiteden mezun olan bir genç olarak 12 Eylül’ün ağır baskısıyla bunalan ülkemde bir gencin böyle bir talebinin olması da mümkün değildi. Üniversite mezuniyetinin bir tören halinde gerçekleşmesi Amerikan filmlerinde gördüğümüz bir şeydi.  Bizler çıkış belgelerimizi sanki bir ayıpmış gibi gizli saklı aldık. Birçok kişi içerideyken, diğer birçoğundan haber bile alınamazken bizlerin mezun olması bile vicdanımızı yaralıyordu üstelik.
Sonraları kep giyme törenleri anaokullarına kadar indi. Yıllarca gerek çocuklarının kep giyme törenlerine katılan gerekse benim gibi öğretmen olup da öğrencilerinin mezuniyet törenlerinde görev alanların içinde hep bir burukluk olmuştur bilirim. En azından benim oldu. Kep törenleri ve mezuniyet seremonileri benim için asla ulaşamayacağım ilk gençliğimin simgesi oldu uzun yıllar. Sonraları “Neden olmasın? Niye bizim de bir kep törenimiz olmasın? Kep töreninin okul mezuniyetinden hemen sonra yapılması gibi bir kural mı var?” diye sormaya başladım. İyi ki benim gibi düşünen başka arkadaşlarım da varmış. Lise mezuniyetimizden tam 36 yıl sonra 21 Eylül 2013’te mezun olduğum lisenin bahçesinde bir kep töreni gerçekleştirdik. Kimimiz eşleri, kimimiz yetişkin çocukları, kimimiz ise torunları ile gelmişti törene. Yaklaşık iki saat süren tören süresince çocuklar gibi şendik. 15-16 yaşındayken fotoğraf çektirdiğimiz aynı yerlerde yine fotoğraflar çektirdik. Yıllardır görmediğimiz arkadaşlarımızı gördük hasret giderdik. En önemlisi de RÖVANŞI ALDIK. “Bizden geçti” demedik. “Yaşımızdan başımızdan da mı utanmayacağız” demedik. “Ülkenin hali malum şimdi sırası mı?” hiç demedik. An’ı yakaladık ve hayatın tadını çıkardık hep birlikte.
“Mükemmel an” yoktur, mükemmel an’lar gökten zembille inip bize gelmez, an’ları mükemmel kılan biziz.

Sevgiyle…

Ayşe İhsan







15 Eylül 2013 Pazar

ANILAR - HAMİDO

Büyüklük algımız nedir, ya da kimler önemlidir bizim için? Bizim için meşhur, kıymetli, önemli olan kişiler başkaları için de öyle midir?

Soruyu bir başka biçimde sorayım şimdi de: Gerçekten çok severek dinlediğiniz bir müzik parçası ya da çok sevdiğiniz bir filmin başkası tarafından hiç sevilmeyebileceğini düşündünüz değil mi mutlaka? Buna rağmen çevremizdekilerin zevklerine, alışkanlıklarına, yaşam biçimlerine ne kadar saygı gösteriyoruz? Onları mutlu etmek adına kendi zevk ya da yaşam tarzımızı mı dayatıyoruz yoksa onların zevklerini dikkate almak konusunda titiz davranıyor muyuz?

Yıllar önce özel bir okulda görev yapıyordum. Bölüm odamız kampüsteki binalardan birinin en üst katında, diğer bölüm odalarıyla aynı katta ve sadece kendi branşımızdan öğretmenlerinin kullandığı bir birimdi. Orasını kendi ihtiyaç ve zevklerimize göre şekillendirmiştik. Kitaplığımız, çalışma masalarımız, bilgisayarlarımız ve diğer teknik aletlerimizin yanı sıra su sebilimizden müzik setimize, fincanlarımızdan, bardaklarımıza her şeyimiz vardı. Evimin çok uzak olmasından sanırım, bölüm içinde en erken ben gelirdim hep. Kat hizmetlimiz Hamide hanım henüz kat temizliğini bitirmemiş olurdu. Biz ona, gerek çok iri yarı, gerekse tuttuğunu koparan, mücadeleci kişiliğinden dolayı "Hamido" derdik. Bilenler bilir, 60'lı yılların sonuna dek adının sonunda "o" olan eşkiyalarla büyüdük biz. Hamide hanım da bu lakaptan hoşlanır diğer hizmetlilerle bir sorun yaşadığında "Bakın bana Hamido derler..." diye göz dağı verirdi.

Sabah, ne zaman bölüm odamızın bulunduğu kata çıksam ortalığı, bizim müzik setinden yükselen bangır bangır bir Müslim Gürses ya da Sibel Can kaplamış olurdu. Bu başına buyruk davranan dürüst, temiz ve saf kadın hepimizin annesi gibiydi ve onun bu kaçamaklarına göz yumardık. 

Bir gün meslektaşlarımdan birisinin üniversiteden hocası da olan Prof. Dr. Ali Demirsoy'un bizim bölüme ziyarete gelmesi söz konusuydu. O sıralarda televizyonlarda bile sıklıkla tartışılan Evrim Teorisi, bölümümüzde de tartışılacaktı. Ali bey, arkadaşımızın eşi tarafından son ders saati içinde bize misafir gelecekti. Aynı gün bir diğer arkadaşımızın hasta olması nedeniyle benim de onun derslerini doldurmam gerektiğinden son derste hiç kimse bölüm odasında olamayacaktı. Ali beyin, arkadaşımızın eşi ile birlikte bölüm odasında 15 dakika kadar yalnız kalması söz konusuydu. Arkadaşımızın eşi yabancımız değildi, üstelik meslektaşımızdı ama Ali beyi geldiğinde karşılayamamak hepimizin canını sıkmıştı. Hamido'ya sıkı sıkı tembih ettim: "Aman gözünü seveyim Hamidocuğum, bugün son derste buraya dünyaca ünlü bir profesör gelecek. Sen sen ol, hizmette kusur etme, 15 dakika kadar oyala misafirlerimizi." dedim.

Son dersten çıktığımızda misafirlerimiz gümüş zarflı fincanlarda kahvelerini yudumluyor, gümüş çikolatalıktaki çikolataları atıştırıyordu. Hamido, elinde gümüş bir tepsi, kapının kenarında anaç bir halde bekliyordu. Arka planda Vivaldi'den "Dört Mevsim" gayet dozunda bir sesle ortamı sarmış ilkbahar bölümünün nameleri odaya yayılmıştı. Gerek arkadaşımın eşi gerekse Ali hoca huzurlu bir gülümseyişle karşıladılar bizi. Hepimiz şaşkınlıkla birbirimize baktık, bu gümüşlerin hiçbirisi bölüme ait değildi ve nereden geldiğine dair hiçbirimizin en ufak bir fikri yoktu. Toplantımız gayet güzel geçti. Çıkışta Hamido'ya malzemeleri nereden bulduğunu sordum. "Üzümünü ye de bağını sorma" dedi gülerek.

Ertesi gün genel müdürün sekreteri ile karşılaştım. "Hayırdır, ululardan bir misafiriniz varmış kim geldi ki sizin bölüme?" diye sordu. Nereden haberi olduğunu sordum doğal olarak. Hamido, genel müdür sekreterine, "Biyoloji bölümüne ululardan ulu bir misafir gelecek, sen de ki İbrahim Tatlıses ben diyeyim Kadir İnanır." demiş ne var ne yok toplamış almış. Anlaşılan Hamido bölümümüzün birbirinden farklı fincanlarını misafirimize layık görmemişti. Dahası bizim CD'lerden birini de müzik setine koymuş misafiri öyle karşılamıştı.

Hamido'nun gösterdiği duyarlılığı biz kendi yaşamımızdaki diğer insanlara ne kadar gösterebiliyoruz? Kendi beğenilerimizi değil onlarınkini ne kadar dikkate alıyoruz? "Paylaşmak" dediğimiz şey hangi noktada bitiyor? Hangi noktada dayatmalarımız başlıyor?

Sevgiyle...
Ayşe İhsan








14 Eylül 2013 Cumartesi

KUTLAMA

Tüm öğretmen arkadaşlarımın, öğrencilerimin, tüm anne ve babaların yeni öğretim yılını kutlarım. İçinizdeki heyecan hiç bitmesin. Hepinize kucak dolusu sevgiler...

Ayşe İhsan


9 Eylül 2013 Pazartesi

BİR DE BAKTIM Kİ SU KEMERLERİ

Sizlerle arada bir bazı anılarımı da paylaşmak istiyorum. Yorum ve eleştirilerinizi bekliyorum. 

Çankaya’da bir bir dershanede çalışıyordum. Gırgır dergisinin dünyanın en çok satan ikinci mizah dergisi olduğu yıllar ben de herkes gibi haftada bir çıkan bu derginin yeni sayısını iple çekiyorum.

Akşamüzeri işten çıktım, yolun karşısındaki duraktan eve giden otobüse binmeden önce gazete kulübesinden yeni sayıyı aldım. Heyecanla ayaküstü okumaya başladım. Otobüs geldi, dalgın, bindim, tekli koltuklardan birine oturdum sağ tarafa.

Sondan bir önceki sayfaya kadar soluksuz bir şekilde geldim. Galip Tekin'in karmaşık çizimlerine dalmadan önce gözlerimi dinlendirmek için başımı şöyle bir kaldırdım, sağıma baktım, bir de ne göreyim: Su Kemerleri. Durumum tam bir komedi. Ben Çankaya’dan İzmir’in bir ucundaki Fahrettin Altay’a gitmek için otobüse binmişim oysa şu an bulunduğum yer Şirinyer, İzmir’in diğer bir ucu. Durakta beklerken gelen otobüsün numarasına nasıl baktıysam artık. 

Hava kararıyor, cep telefonu yok ki eve haber vereyim. Kredi kartı yok ki para çekeyim de taksi ile eve döneyim. O panikle ve tabi suçluluk duygusuyla ilk durakta kendimi otobüsten attım. İyi de son biletimi demin indiğim otobüse atmıştım; şimdi hem biletsizim, hem de çok iyi tanımadığım bir semtte yeniden bilet almak ve evime dönmek için otobüs bulmak zorundayım. Bari serinkanlı davranıp daha merkezi bir yerde inseydim, kolaylıkla bilet bulur evime dönebileceğim bir araca da binebilirdim. Bir kilometre kadar yürüdüm bilet alabilmek için sonra üç vasıta değiştirerek evime döndüm. O sıralar oğlum küçük, annem bizde, eve geldiğimde kapıyı açan annemin gözleri boyoz olmuş bana bakıyor, ölmüşler meraktan. 

Şimdi itiraf edelim: Çoğu olayda böyle davranmıyor muyuz? Bir karar alıyoruz, eyleme geçiyoruz, süreçte hesaplamadığımız bir durumla karşılaştığımızda panikle ve düşünmeden tepkisel davranıyoruz ve ödememiz gerekenden çok daha büyük bedeller ödüyoruz. 

İşten çıkıp eve gitmeyi düşünmek bir karardır. Kararım uyarınca eyleme geçtim, durağa gittim ve otobüse bindim. Ancak bundan sonrası sarpa sarıyor. Eylem kararım ile ilgili olarak kullandığım araç yanlışmış. Şimdi bana düşen bu sonucu doğru bir biçimde, paniğe kapılmadan değerlendirip kendim için yeni seçenekler yaratmakken, olabilecek en kötü tercihi yapıp hemen otobüsten indim çünkü durumu yeniden değerlendirmek yerine telaşla, panikle, korkuyla, suçluluk duygusuyla bir karar aldım. 

Hayatımızda birçok karar alıyoruz. Aldığımız kararları eyleme dökerken doğru araçlar ve yöntemler kullanıyor muyuz? Farkındalığımız ne kadar? Karar verip eyleme geçmek, sonuca ulaşmak için yeterli mi? Diyelim ki doğru araçlar ya da yöntemler kullanmadık ve başarısız olduk, yeni araçları/yöntemleri kullanmak, elimizdeki değerleri, olanakları bilmek/değerlendirmek konusunda ne kadar esneğiz? Aldığımız kararların arkasında durmamızı engelleyen ya da geciktiren çeldiricileri ne ölçüde kontrol edebiliyoruz? Anlık zevklerin peşine takılıp asıl amacımızı gözden kaçırabiliyor muyuz? Yoksa başımıza gelen bir olaydaki sorumluluğumuzu ya da sorumsuzluklarımızı değerlendirmek yerine suçu başkalarına atmak daha mı kolay geliyor? (Belediye de otobüs numaralarını küçücük yazıyor canım!) 

Beklemediğimiz olaylar ya da durumlarla karşılaştığımızda durup dinlenip bir nefes almaya kısa bir süreliğine de olsa karar almayı ertelemeye ne dersiniz? Olayların akışında akmak yerine yaşam nehrimizin patronu olabilmek bu tür sınavlardan geçerek kazanılan bir hak, bir yetki değil mi sizce de?

Sevgiyle...
Ayşe İhsan




6 Eylül 2013 Cuma

GÜVENİRSEM KAZIK YER MİYİM?

Yıllar önce annem, bir arkadaşı için banka kredisi çekmişti. Arkadaşı, İstanbul'da yaşayan kızının kalp ameliyatı olacağını ve üzerinde zaten bir kredi olduğundan ikinci bir krediyi alamadığını belirtip annemden rica etmişti kredi çekmesini. Arkadaşının hem emekli maaşı vardı hem de o sırada çalışmakta olduğu işinden aldığı maaş. Rahatlıkla her iki krediyi de ödeyebilecek durumdaydı. Annem duraksamadan çekti krediyi ve arkadaşına verdi. Sonrasında arkadaşı çalışmakta olduğu işinden çıkarıldığı için annemin çektiği krediyi ödemekte güçlük yaşadı. Annem ödedi. Babamsa çok kızmıştı bu işe. Aile için harcanması gereken kaynağın bir kısmı dışarıya gitmişti çünkü. "Bir daha kimseye kefil olmamayı, kimse için kredi çekmemeyi öğrenmiş olmalısın" demişti anneme. Annemse, "Hayır öğrenmedim. Eğer birisi benden yardım ister de ben de ona 'Yeminim var, kimse için kefil olmam, kredi çekmem' dersem, yarın Allah korusun benim çocuğum için ya da senin için bir başkasından hangi yüzle yardım isteyebilirim?" diye cevap vermişti. Sonra da "İnsanlar 'ada' değildir, birbirlerine ihtiyaç duyar ve birisinin bize ihtiyacı varsa, elimizden geliyorsa yardım etmemek insanlık suçudur." diye devam etmişti.

Aylar sonra o para bize geri geldi ve biz onunla bir arsa aldık. Babam anneme, "Haklısın insanlara güvenmek lazım ama araştırıp incelemeden körü körüne de atlamamak gerek" demişti gülerek.

Yine yıllar önce henüz taze bir dershane öğretmeniyken bir sabah, işe geç kalmak üzere olduğumu anlayıp taksiye binmek zorunda kaldım, Her ne kadar görevime, randevularıma vaktinde yetişme alışkanlığım olsa da bazen elde olmayan nedenlerle oluyor böyle şeyler. Günümüzün 12 TL’si gibi tuttu taksi parası, bendeyse günümüzün 100 TL’si gibi bütün bir para uzattım. Taksici çaresizlik içinde servise yeni çıktığını ve bozamayacağını söyledi. Koşarak markete gitti bozdurmak için ve yine koşarak döndü. "Kalsın para, bozmuyorlar işiniz de aceleymiş madem, bu da benden olsun" dedi kocaman bir gülümsemeyle. Öyle dürüst bakıyordu ki, "Kardeşim ben bu binada çalışıyorum, Adım Ayşe, bozdurabildiğinde gel paranın üstünü ver." dedim ve koşarak ayrıldım yanından.

İki saat sonra dershanenin giriş görevlisi yanıma geldi. Bir adamın beni aradığını söyledi.  Gelen taksiciydi, para üstü getirmişti. Teşekkür ettim. "Siz bana güvendiniz, başıma bir şey gelir de getiremem diye ödüm koptu." dedi kırık dökük bir gülümsemeyle. Boğazıma bir şeyler düğümlendi, ben ki ekmek parasını konuşarak kazanıyorum, nutkum tutuldu. Çay ikram etmek istedim, arabayı kötü yere koymuş özür dileyerek gitti.

“Sen herhalde hiç kazık yemedin, insanlar senin iyi niyetini hiç kötüye kullanmadı herhalde” diyebilirsiniz. Verdiğim iki örnekte de mutlu son var çünkü. Oysa o kadar çok kazık yedim ki. İyi de yediğim kazıkların faturasını niçin başkaları ödesin? Daha tedbirli olmayı öğrendim elbette ama yaşadıklarımdan çıkardığım sonuç kimseye güvenmemek değil. Ben başkalarına güvenmezken başkalarının bana güvenmesini nasıl bekleyebilirim?

Annemin cümlesini bir kez daha tekrarlamak istiyorum: "İnsanlar 'ada' değildir, birbirlerine ihtiyaç duyar ve birisinin bize ihtiyacı varsa ve elimizden geliyorsa yardım etmemek insanlık suçudur."

Sevgiyle kalın…
Ayşe İhsan



1 Eylül 2013 Pazar

BİLİNÇALTI YAZILARI 3

Gün içerisinde birçok olay yaşıyoruz. Bazen bir anda çok kızıp öfkelenebiliyor ve anlık tepkiler veriyoruz. Kimi zaman bu anlık tepkiler çok büyük boyutlarda olabiliyor. Sonrasında olay kapanıyor, “Geçti gitti” diyoruz ancak o olayla ilgili ruh durumu bilinçaltına kaydediliyor ve döngüye giriyor. Bilinçaltımız bizim hizmetçimizdir demiştik. Bilinçaltımız bizim yoğunlaştığımız tüm dikkatimizi topladığımız duygusal olarak etkilendiğimiz her olayı ısıtıp ısıtıp önümüze sürer. Bu özellik aslında çok iyi ve önemli bir özelliktir tabii istekle ve şevkle bir şey öğrenmek istediğinizde. Çok sevdiğiniz bir müzik parçasını bir kerede ezberlemek, hoşunuza giden bir ders konusunun çok daha kolay aklınızda kalması, çok beğendiğiniz bir mekanın ayrıntılarını daha sonra çok net hatırlamanız da bilinçaltınızın size sunduğu bu tür hizmet sayesinde mümkündür.

Bilinçaltı sizin hizmetçi robotunuzdur demiştik. O, içine girdiğiniz duygu durumunun sizin için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu ayırt edemez. Onun için tek kıstas vardır: “Sahibim odaklandı ve aşırı duygu durumuna girdi, bunu kaydetmeliyim ve sonra tekrar tekrar önüne sunmalıyım.” Dolayısıyla döngü başlar ve bilinçaltınız size o olayı tekrar tekrar ve yeniden yaşatır. Her defasında o duygu durumuna girmek yani gündüz düşü görmeye başlamak bilinçaltınızın size sunduğu bu hizmeti pekiştirmeye yarar sadece.

Bu nedenle bazı olumsuz olayları yaşarken aşırı ve canlı tepkiler vermek bilinçaltınıza siz farkında olmadan “Al bunu kaydet sonra yine önüme getir” demektir. Bu nedenle öfke, en çok sahibine zarar verir ve atalarımız bu nedenle “Keskin sirke küpüne zarar” demiştir.


İyi haber; öfke kontrolü mümkün. Yaşadığımız olumsuz olaylara ya da geçmişte yaşadığımız bir olayı hatırladığımızda verdiğimiz tepkileri kontrol edebildiğimizde döngüyü kırmış oluruz. Bu konuda da gelişim terapistinden yardım alabilirsiniz.

Sevgiyle kalın...
Ayşe İhsan