Nergis Suzan’ın anısına
Seni çok özlüyorum
kalbimin kızıl saçlı bacısı…
Bugünkü
yazım pek de kişisel gelişim yazısı olmayacak. Buram buram hasret kokan bir
miktar özeleştiri içeren, çuvaldızı kendime batırmaya çalışan bir şeyler işte…
“Halacım
bu tepsiye çok kötü davranıyorsun.” dedi Yağmur. Mutfak lavabosunda ova ova
yıkamakta olduğum, üzerinde eskitilmiş fotoğraf bulunan elimdeki ahşap tepsiye
baktım. Suzan’ın benim için yaptığı ve gitmeden bir yıl önce bana hediye ettiği
o tepsiye. O son bir yıl kullanmaya kıyamadığım, Suzan gittikten sonra ise iki
yıl boyunca görmeye bile tahammül edemediğim tepsiye. Suzan gitmişti ve ben
tepsiye küsmüştüm. Suzan gitmişti ve gideceğini bilmeme rağmen, ne kadar da
hazırlıksız yakalanmıştım. Hani sanki bana gelmiş, oturup sohbet etmişiz sonra
gitmiş, ben balkondan bakarken o karşıdan karşıya geçiyor ve bir arabanın
altında kalıyor. Öylesine ani bir ölüm gibi. Suzan’a; sigara içtiği için, gitmeyi
kabullendiği için ve beni, bizi bıraktığı için öylesine kızgın ve kırgındım ki.
Üstelik biyolog yanım, “Küçük hücreli akciğer kanserinin çaresi yok” derken.
Tepsiyle
küs olduğum gerçeği ile sözüm ona yüzleşmem dediğim gibi iki yılımı aldı.
Yağmur’un uyarısıyla anladım ki tepsiye hala kızgınım, çünkü Suzan’ı hala çok
özlüyorum. Bunu başka bir şeyle aynı anda fark ettim: Ben dört yıldır eve
nergis de almıyorum. Hep bir bahanem var almamak için: Ya yeterince diri
değiller, ya yeterli miktarda bozuk param yok, ya satıcının başı çok kalabalık…
Sonra nergis mevsimi geçer sümbüllere, lalelere, papatyalara karışır ve bir
yılı daha savuşturmuş olurum.
O
buz gibi soğuk 25 Ocak günü, bundan tam dört yıl önce, Karabağlar’da mezarının
başında, donmuş toprağın üzerinde beklerken, rüzgârın yüzümü parça parça
etmesine, gözümdeki burnumdaki ıslaklığın donarak canımı acıtmasına ve üstelik
de soğuktan uyuşmakta olan ayaklarımın acısının ölüm acısını bile bastırmasının
vicdan azabına dayanmaya çalışırken, elimdeki nergis demetine sarılmıştım güç
almaya çalışır gibi. Nergislerin vahşi kokusu burnumdan girip bütün bedenimi
ele geçirmişti. Taze kazılmış, mezarlık toprağı ve torf kokan toprak kümesi
kürek kürek Suzan’ın üstüne atılırken en sevdiği, ona ikinci adını veren çiçekleri
de demet demet fırlatmıştık üstüne.
Üstelik;
Ateş-i
suzan-ı firkat yaktı cism ü canımı
Bir
harap abade döndürdü dil-i viranımı
Bugünkü
Türkçeyle yaklaşık olarak
“Ayrılığın
kavurucu ateşi varlığımı ve canımı yaktı
Bir
harabeye döndürdü viran gönlümü” diyor beynimde dönüp duran şarkı.
Dostu
Hacı Arif Bey’in ölümü üzerine bestelemiş Hacı Faik Bey. Benim de canım gitmiş
tıpkı Hacı Faik Bey gibi. Bir de “Suzan” geçiyor ya şarkıda; adı ateş saçı ateş
kendi ateş bacımın ismi.
İşte
o gün son kez elime almışım nergisleri.
Yüzleşmek
gerek. Korkularla, kaygılarla, takıntılarla yüzleşmediğimizde çiçeğe küsmek,
tepsiye kızmak kadar trajikomik davranabiliyoruz bazen. Yaşam koçuymuşsun
çiftçiymişsin, doktormuşsun, öğretmenmişsin fark etmiyor. İnsanız ve
saçmalayabiliyoruz. Durumun daha da acıtıcı olan asıl yanı şu ki,
danışanlarımla konuşurken söylediklerimi kendi hayatıma ne kadar uyguluyorum
diye sürekli sorgularım kendimi.
Suzanım;
seni özlüyorum, çok özlüyorum, gittiğin için sana çok da kızmışım besbelli.
Geride kalmak hep daha zor çünkü ayrılıklarda. Ama bak, artık nergis alıyorum
evime, muhteşem kokusunu içime çekiyorum, senin kadar vahşi ve bir o kadar da
baş döndürücü olan…
Bugün
gidişinin dördüncü yılı bitti ve hala bir şeyler öğreniyorum senden. Işığın hiç
eksilmesin…
http://www.youtube.com/watch?v=0CATmo8FCdo (Münir Nureddin’den Ateş-i suzan-ı
firkat yaktı cism ü canımı)
Hasretle…
Ayşe
İhsan