24 Ocak 2014 Cuma

O AHŞAP TEPSİ VE BİR DEMET NERGİS

Nergis Suzan’ın anısına
Seni çok özlüyorum kalbimin kızıl saçlı bacısı…

Bugünkü yazım pek de kişisel gelişim yazısı olmayacak. Buram buram hasret kokan bir miktar özeleştiri içeren, çuvaldızı kendime batırmaya çalışan bir şeyler işte…
“Halacım bu tepsiye çok kötü davranıyorsun.” dedi Yağmur. Mutfak lavabosunda ova ova yıkamakta olduğum, üzerinde eskitilmiş fotoğraf bulunan elimdeki ahşap tepsiye baktım. Suzan’ın benim için yaptığı ve gitmeden bir yıl önce bana hediye ettiği o tepsiye. O son bir yıl kullanmaya kıyamadığım, Suzan gittikten sonra ise iki yıl boyunca görmeye bile tahammül edemediğim tepsiye. Suzan gitmişti ve ben tepsiye küsmüştüm. Suzan gitmişti ve gideceğini bilmeme rağmen, ne kadar da hazırlıksız yakalanmıştım. Hani sanki bana gelmiş, oturup sohbet etmişiz sonra gitmiş, ben balkondan bakarken o karşıdan karşıya geçiyor ve bir arabanın altında kalıyor. Öylesine ani bir ölüm gibi. Suzan’a; sigara içtiği için, gitmeyi kabullendiği için ve beni, bizi bıraktığı için öylesine kızgın ve kırgındım ki. Üstelik biyolog yanım, “Küçük hücreli akciğer kanserinin çaresi yok” derken.
Tepsiyle küs olduğum gerçeği ile sözüm ona yüzleşmem dediğim gibi iki yılımı aldı. Yağmur’un uyarısıyla anladım ki tepsiye hala kızgınım, çünkü Suzan’ı hala çok özlüyorum. Bunu başka bir şeyle aynı anda fark ettim: Ben dört yıldır eve nergis de almıyorum. Hep bir bahanem var almamak için: Ya yeterince diri değiller, ya yeterli miktarda bozuk param yok, ya satıcının başı çok kalabalık… Sonra nergis mevsimi geçer sümbüllere, lalelere, papatyalara karışır ve bir yılı daha savuşturmuş olurum.
O buz gibi soğuk 25 Ocak günü, bundan tam dört yıl önce, Karabağlar’da mezarının başında, donmuş toprağın üzerinde beklerken, rüzgârın yüzümü parça parça etmesine, gözümdeki burnumdaki ıslaklığın donarak canımı acıtmasına ve üstelik de soğuktan uyuşmakta olan ayaklarımın acısının ölüm acısını bile bastırmasının vicdan azabına dayanmaya çalışırken, elimdeki nergis demetine sarılmıştım güç almaya çalışır gibi. Nergislerin vahşi kokusu burnumdan girip bütün bedenimi ele geçirmişti. Taze kazılmış, mezarlık toprağı ve torf kokan toprak kümesi kürek kürek Suzan’ın üstüne atılırken en sevdiği, ona ikinci adını veren çiçekleri de demet demet fırlatmıştık üstüne.
Üstelik;
Ateş-i suzan-ı firkat yaktı cism ü canımı
Bir harap abade döndürdü dil-i viranımı
Bugünkü Türkçeyle yaklaşık olarak
“Ayrılığın kavurucu ateşi varlığımı ve canımı yaktı
Bir harabeye döndürdü viran gönlümü” diyor beynimde dönüp duran şarkı.
Dostu Hacı Arif Bey’in ölümü üzerine bestelemiş Hacı Faik Bey. Benim de canım gitmiş tıpkı Hacı Faik Bey gibi. Bir de “Suzan” geçiyor ya şarkıda; adı ateş saçı ateş kendi ateş bacımın ismi.  
İşte o gün son kez elime almışım nergisleri.
Yüzleşmek gerek. Korkularla, kaygılarla, takıntılarla yüzleşmediğimizde çiçeğe küsmek, tepsiye kızmak kadar trajikomik davranabiliyoruz bazen. Yaşam koçuymuşsun çiftçiymişsin, doktormuşsun, öğretmenmişsin fark etmiyor. İnsanız ve saçmalayabiliyoruz. Durumun daha da acıtıcı olan asıl yanı şu ki, danışanlarımla konuşurken söylediklerimi kendi hayatıma ne kadar uyguluyorum diye sürekli sorgularım kendimi.
Suzanım; seni özlüyorum, çok özlüyorum, gittiğin için sana çok da kızmışım besbelli. Geride kalmak hep daha zor çünkü ayrılıklarda. Ama bak, artık nergis alıyorum evime, muhteşem kokusunu içime çekiyorum, senin kadar vahşi ve bir o kadar da baş döndürücü olan…
Bugün gidişinin dördüncü yılı bitti ve hala bir şeyler öğreniyorum senden. Işığın hiç eksilmesin…
http://www.youtube.com/watch?v=0CATmo8FCdo (Münir Nureddin’den Ateş-i suzan-ı firkat yaktı cism ü canımı)

Hasretle…

Ayşe İhsan


5 Ocak 2014 Pazar

SAĞLIKLI BİR AİDİYET DUYGUSUNA SAHİP MİYİZ?

Haziran’dan beri ortalık toz duman. Sonbaharla birlikte yatışır gibi olan ortalık 17 Aralık’tan bu yana yeniden kalktı koptu. Bir işaretle istifa eden milletvekilleri, kefenli karşılama grupları, “Çalmışsa bile bir bildiği vardır” diyenler, “Allah bir erkekle olmamı yasak etmeseydi başbakanla evlenirdim” diye tweet atan erkekler, son peygamber Hz Muhammed ve onun kitabı Kuran’a iman edip başbakanı ya da Pensilvanya’da ikamet eden bir zatı peygamber ilan edenler, karar almak için hocasına danışan Yargıtay mensupları, düğmesine basılınca harekete geçen kolluk kuvvetleri…

Ait olma duygusu, binlerce yıldır başta kendi türünden olmak üzere diğer canlılarla ortak yaşam alanını paylaşan insanın, türünü devam ettirebilmesi için gerekli bir duygudur. Topluluklar halinde yaşayan diğer canlı türleri gibi insan türünün üyelerinin de tek başına varlığını sürdürebilmesi ve bugünlere gelebilmesi mümkün olamazdı. Bu nedenle bir topluluğa bağlanma, ona ait olduğunu hissetme güdüsü doğuştan getirdiğimiz bir güdü olarak da nitelenebilir. Bir ülkeye, bir şehre bir aileye bir okula, iş yerimize ya da bir derneğe ait olmak, kişinin kendini güvende hissedebilmesinin temel koşullarından biridir.

Bazı insanlar bilirsiniz ‘Emekli olduğumda şu şehre veya bu ilçeye yerleşeceğim’ derler. Oralı değillerdir belki ama o yerin havası, suyu, insan ilişkileri, doğası ya da başka bir özelliği onu oraya çekmektedir. Dolayısıyla da kişinin kendisini en iyi ifade edebildiği, kabullenilme ve onay ihtiyacını tatmin ettiği yerler kişide aidiyet duygusu oluşturmaktadır. İnsanlar tek başlarına kaldıklarında çoğu zaman kendilerini güçsüz, iyi işlere başlama ve bitirebilme konusunda umutsuz ve çaresiz hissedebilirler. Bu da yaşam motivasyonlarında azalmaya neden olur. Kişideki temel duygular olan kimlik duygusu ile aidiyet duygusu tatmin olduğunda; bağlar ve dostluklar kurulur, birlikte çalışabilme ve yaşayabilmenin önü açılmış olur. Çünkü sahiplenmek ve sahiplenilmek, yaşama sıkı sıkıya tutunabilmenin de ön koşuludur.

‘Ben bu ülkeye, bu şehre bu aileye, bu kuruma… aidim.’ diyebilmek, aidiyet duygusunu yaşayabilmek, ‘Bu ülke, bu şehir, bu aile, bu kurum bana sahip çıkacak ve ben yapmak istediğim her şeyin arkasında durabilecek güce ve yetiye sahibim.’ duygusunu yaratır. Böylece güvenle yaşamda yürüyebilir, üretken ve yaratıcı olabiliriz.
Endüstri toplumunun ve endüstri sonrası toplumun sosyolojik sorunlarından biri, insanların milyonların içinde sıradanlaşması, silikleşmesi ve “hiç kimse”leşmesidir. İnsanın içinde yer aldığı cemaat, okul, kurum… kişiye bir kimlik, diğer bir deyişle toplumun içinde bir varoluş aracı kazandırmaktadır. Bireyin içinde yer aldığı kurumun toplumun içinde tanınması ve takdir görmesi, kişiyi kuruma sahip çıkmaya yöneltir. Böylece, bireyde de kendi yaptığı işin daha iyisini yapmak için bir heves, bir tutku gelişecektir. Kişi yaptığı işi, özen göstererek, kendi "öz"ünü katarak daha iyi yapmaya çalışır. Bütün bunlar kişinin, bağlı olduğu kurumun "hayran duyulacak özelliğinin" gelişmesine katkıda bulunmasına neden olur ve döngü devam eder. Hayran duyulacak özellik gelişince, kamuoyunda tanınma olur; kurumun içindeki bireye sahip çıkar, bu da döngüyü başa, hayran duyulacak özelliğin yeniden pekişmesine götürür.

Kişiler aidiyet duygusunu sağlıklı bir biçimde tatmin edemediklerinde, sağlıksız yollara başvururlar. Bu sürecin başlangıcı çocukluğumuza dek gider. Çocuk, özgün bir birey olarak kabul gördüğü bir aile ortamında büyümemişse hem farklılığını hissedemez hem de aidiyet duygusunu tatmin edemez.
Aslında hem farklı olduğumuzu hem de bir yere ait olduğumuzu hissetmek isteriz. Aidiyet duygusunu tatmin edecek bir ortam yoksa kendimizi farklı hissedeceğimiz bir alan da yoktur. Ait ya da benzer olma ihtiyacı ile tam zıttı olan özgün ya da farklı olma ihtiyacı aslında birbirini tamamlar. Biri sağlıklı tatmin edilemiyorsa diğerinin tatmini de sağlıksız olacaktır. Örneğin aidiyet duygusunu sadece tuttuğu takımla tatmin eden kişiler farklılık duygusunu da bu temel üzerinden oluşturacak ve diğer takımların taraftarlarını düşman olarak algılayacaktır. Aidiyet duygusunu sadece kendi inancı, dini ya da mezhebi ile sınırlayanlar, doğal olarak diğer inanç, din ya da mezheplere kendilerini ifade etme şansı tanımayacaklardır.

Sağlıklı bir aidiyet duygusu, kendimizi kimseyle kıyaslamadan farklılığımızı hissedebilmekten geçer. Bu yaklaşım bizi, kendi seçtiğimiz ve bizi geliştiren bir yere ait olmamız gibi bir anlayışa götürür ve ait olduğumuz yerde; vefalı bir dost, özverili bir çalışan, sorumlu bir hemşeri ve bütüne katkıda bulunan bir birey oluruz.

Yaşamın nitelikli birlikteliği, farklılıkların zenginliğini görebilmekten, hakça ve doyurucu bir paylaşımdan, birlikte yaratabilmekten geçer.

Dostlukla...

Ayşe İhsan