14 Aralık 2013 Cumartesi

OSMANLI EKMEĞİ

Evimin yakınında büyük bir süpermarket var. Toplu alışverişlerimin yanı sıra gündelik alışverişlerimi de oradan yapıyorum. Geçende hamur işleri reyonunun önünde ekmek seçmeye çalışırken, görevli hanımlardan biri burnuna kadar dizdiği ekmekler nedeniyle önünü güçlükle görmeye çalışarak yalpalaya yalpalaya geldi, önünde durduğum ayaklı metal ekmek sepetine doğru. Elindekileri sepete boşaltmasına ve dizmesine yardım ettim. Hayretle bana baktı. Kocaman gülümsedi. "Osmanlı ekmeğini tavsiye ederim, çok beğeneceksiniz" dedi. "Her ne zaman isterseniz sizin için bir tane bulurum, olmadı yaratırım." Ben iyi günler dileyip o bölümden ayrılırken hamur işleri reyonundaki hanım cıvıldayarak bağırıyordu: "Kendinizi iyi hissetmek için, osmanlı ekmeği..."

Kasiyerler, görevleri gereği gülümsüyorlar, gülümsemeleri yüzlerine yansımıyor. Kasada ödeme yapan müşteriler, kasiyerlerin iyi dileklerini bir baş hareketiyle bile cevaplamak gereği duymuyorlar, sanki kasiyerler şeffafmış gibi onlara bakıp arkalarındaki bir yerleri görüyorlar.
Sıra bana geldiğinde, içten bir "merhaba" diyorum, kasiyer irkiliyor, göz göze geliyoruz, tüm yüzümle gülümsüyorum, gülümsemem ona da geçiyor ağzına değil sadece, gözlerine, tüm bedenine. Bir tık arttı içindeki yaşama sevinci, biliyorum...

Marketten dışarı çıkıyorum, köşedeki midyeci soğuktan ellerini ovuşturuyor. "Hayırlı işler" diyorum el sallayarak. O da irkiliyor, kocaman gülümsüyor.

Karşıya geçiyorum. Arabalı balıkçı ve çevresindeki kediler konuşlanmış yine yerlerine. "İstavritler iyi mi?" diyorum gülerek. Ağzımda, demin aldığım osmanlı ekmeğinin köşesi, sesim boğuk çıkıyor. Muhteşem tadın ağzıma yayıldığını hissediyorum. Balıkçı el sallıyor, gülümsemem ona geçmiş, "Sana uskumru vereyim kulağına kar kaçtı, tam zamanıdır" diyor.

Hepimiz, sadece gülümseyerek çevremizdekilerin mutluluğunu bir basamak üste çıkarabilmek mucize gücüne sahibiz. Benimkini kim yukarı çıkaracak diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. 

Aynaya bakın: Siz!

Sevgiyle…


Ayşe İhsan




26 Kasım 2013 Salı

BİR MEKTUP

Bugün kütüphanemde temizlik yaptım. Aman Allahım! Ne çok kâğıt, ne çok dosya saklamışım. İşe yarar diye, hatırası var diye, bir gün lazım olur diye sakladıklarımı tek tek gözden geçirdim. Veee ne buldum?

Yıl 1998, özel bir okulda çalışmaktayım. Etimizden, yünümüzden, derimizden tam anlamıyla yarar sağlanıyor. Örneğin haftada 30 saat derse girip ayrıca TÜBİTAK Olimpiyat ekibini çalıştırıyor, üstüne de iki tane TÜBİTAK Biyoloji projesi danışmanlığı yapıyorum. Ayrıca aynı zamanda bir dershanede çalışır gibi deneme sınavları, konu sonu testleri gibi çalışmalarda kullanılmak üzere özgün test sorusu da hazırlıyorum. Yazılı sorusu hazırlamak, yazılı okumak, nöbet tutmak, her hafta zümre ve öğretmenler kurulu toplantılarına girmek, kol ve kulüp faaliyetleri de cabası.

Derken, bütün öğretmenlere bilgisayar kursu, ardından da sertifika verdiler. Yavaş yavaş bilgisayar ortamına geçiyoruz çünkü. Sonra da hotmail’den bir mail adresi dağıttılar. Bende şafak attı. O kızgınlıkla müdürüme uzuun bir mektup döşendim. İşte, bugün temizlik yaparken bulduklarım arasında o mektubun müsveddesi de vardı. Niye mi o kadar kızdım? Mektubum aşağıda, buyurun okuyun.

Sayın Müdürüm,
Rönesans’la birlikte “kimlik” daha sistematik olarak sorgulanır oldu. Batı’da, feodal sistemde efendinin köylülerinden herhangi birisi olan kişi, kapitalizme geçiş sürecinde “birey” olduğunu farkına vardıkça “ben” olgusunun yanı sıra “sen”, “öteki”, “onlar”… gibi kavramlar da ortaya çıktı ve sorgulanır oldu.

Varlıkların farklı özelliklere sahip olduklarını “fark etmek”, anlamayı ve öğrenmeyi yani “merak” duygusunu kamçılamıştır. “Merak” ise bilimin ve araştırmanın temelidir.
Aydınlanma Çağı ile birlikte portre yapımının hız kazanması tesadüfi değildir. İnsanlar kendilerini, diğerlerinden farklı kılan çizgileri betimletmek istiyorlardı. Doğu’da ise hâkim olan minyatürdür ki, minyatür sanatında bir bireyi diğerinden çok da farklı çizmemelidir usta. Örneğin bir atı daha önceki ustaların çizdiği atlardan farklı çizmek beceriksizlik olarak algılanıyordu. Yani varlıkları birbirine benzetebildiği ölçüde usta “usta”ydı. Orhan Pamuk,  Doğu ve Batı’nın düşünce sistematiğini sorgularken, Benim Adım Kırmızı adlı romanında bu durumu saptamaktadır.

Doğu Anadolu’da Beritan Aşireti’ne mensup olmak çok şey katar insana. Anadolu’nun orta ve batısında aşiret kavramı büyük ölçüde ortadan kalksa da (Sarıkeçililer, Karakeçililer artık birer nostalji) X ilçesinde, Y şehrinde doğmanın, Z sülalesinden çıkmanın insanlara ne gibi ayrıcalıklar sağlayabildiğine benim gibi siz de şahit olmuşsunuzdur.
Adam aşiretinden, ilçesinden, sülalesinden… koptu ya da koparıldı mı artık hiçbir şeydir. Çünkü o büyük bir organizmanın bir parçasıdır sadece, birey değildir. Nasıl ki büyük bir organizmadan kopan tek bir hücre, bağımsız yaşantısını sürdüremez ise, o da ayakta kalamaz kolay kolay. Bu nedenledir ki farklılıkları anlamaz, algılamaz, hoş görmez, merak etmez hele hele hiç sorgulamaz. Sürüden ayrılanı kurt kapar çünkü. Eski köye yeni adet getirilmemelidir. Ne deniliyorsa yapar, kolay yönetilir. Büyükleri her şeyi ondan daha iyi bilir.  Organizmayı yöneten sistem ne diyorsa doğru diyordur, hikmetinden sual olunmaz.
Soruların olmadığı, cevapların ise çoktan verildiği böyle toplumlarda ise araştırma olmaz, sorgulamak ise kavgaya dönüşür. Çünkü bu tür toplumlara “akıl” egemen değildir. Bu tür toplumlarda merak ve sorgulama ikilisinin yöntemlerini kullanan bilim de gelişemez doğal olarak.

Batı’da “kimlik” kavramının sorgulanması ile bilimsel ilerlemelerin paralel gitmesi tesadüfi değildir. Bu bağlamda da her şeye bir ad vermek ve o varlığın diğerlerinden farkının altını çizmek, yapılan temel işlemlerden birisidir. Biyolojide de Sistematik denen alt bilim dalı (Biyolojik varlıkları benzerlikleri ve farklılıklarına göre gruplayıp adlandırma)yöntemleri açısından bu dönemlerde son şeklini almıştır denilebilir.

Ad önemlidir, çünkü bireyi, farkı ifade eder. Bu nedenle Batı, sadece birbirinin aynısı olan seri üretimlere numaralar vermekle yetinmiştir. Bir de binlerce göktaşını barındıran Asteroidler Kuşağı’ndaki asteroidlerin numarası vardır. Yani numaralandırmak, o varlıkların birbirinden ayırt edici, dikkate değer özellikleri olmadığını kabul etmek demektir. “Numarası yok adı var” bir jean firmasının reklam sloganı olup saydığım nedenlerden ötürü Batı’da pek tutarken bizde dikkate değer bir ilgi oluşturmadı. Oysa soyadı kanunu çıktığında “ad”landırmak amaçlanmıştı ve özellikle sülale adları ve lakaplarını soyadı olarak almak yasaklanmıştı. Ama buna hazır olmayan insanlar görevli memurun önünde sıraya geçip lakaplarını soyadı olarak alamayacaklarını öğrendiklerinde, hazırlıklı da gelmemişlerse memurun yaratıcılığıyla, Birinci, İkinci, Üçüncü gibi soyadları aldılar ve yine numaralandırıldılar.

Beklerdim ki belli bir düşünce sistematiğine sahip olduğunu iddia eden, sorgulayıcı bireyler yetiştirme iddiasında olan okumuzda bu hata yapılmasın. Bireysel kimliğime özen gösterildiği gibi başkalarınınkilere de saygı duyulsun. Ama bugün bir de baktım ki benim de artık bir numaram var: itk190. Bu durumun pratik bir yararı olduğu söylenebilir. Ama kurum çalışanlarına e-posta adresi veren kuruluşların çoğu (örneğin gazeteler gibi)çalışanların isimlerini öne çıkarıyorlar. umurtalu@hurriyet.com gibi. Ha, deniliyorsa, gazeteyi var eden gazetecilerdir ve doğaldır ki adları da vurgulanacaktır. Bu kurumu var eden tahtalar, dolaplar, sıralar mıdır? Sıraların, tahtaların, dolapların numarası olur ama benim de numaram varsa sizce ne düşünmeliyim?

Tüm bunlar bir yana okulum bana bir de şifre numarası vermiştir, itk 734. Üstelik değiştirilemez bir şifre. Benim bunu değiştirememem; aşiret toplumunda giz ve sır olmamasına, yöneticilerin, şeyhin, şıhın tüm sırlara vakıf olmasına, her şeyi bilmek zorunda olmasına ne kadar benziyor değil mi?

Sonra da biz bu kurumda bilimsel çalışma mı yapacağız?


Saygılarımla. 

Sevgiyle kalın...

Ayşe İhsan

13 Kasım 2013 Çarşamba

İSTEYİN OLSUN

Göztepe çocuğuyum ben. Yıllarca ailemle Göztepe’de yaşadım. Evlenince Üçkuyular’a taşındım. Henüz çalışmıyordum. Haftada birkaç gün Üçkuyular’dan Göztepe’ye yürüyerek ailemi ziyarete gelirdim. Mithatpaşa Caddesi boyunca bir yandan yürürken bir yandan da vitrinlere bakar, alışveriş yapar, rastlaştığım tanıdıklarla ayaküstü sohbet ederdim. Oğluma hamile kalınca bu yürüyüşler günlük rutinimin bir parçası haline geldi. Hamilelik dönemimde hayretle bir şeyi fark ettim. Aylardır yürüdüğüm yürüyüş güzergahımda ne de çok çocuk giysisi ya da oyuncağı satan dükkan vardı. Onlar hep oradaydılar ama ben yeni fark etmiştim, daha önce dikkatimi hiç çekmemişti. “Algıda seçicilik” adı verilen bu durum aslında hiçbirimizin yabancısı değil.
Ben bugün bu konuya farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum: Bazen başımız fena halde sıkışır. Ya parasal yönden zora girmişizdir, ya işimizi kaybetmişizdir, ya da duygusal problemlerimiz vardır… Hani hiçbir şeyin yolunda gitmediği, her şeyin insanın üstüne üstüne geldiği o karanlık anlar. Eskilerin “Geldi mi üst üste gelir” dediği dönemler. Biliriz ki “Gecenin en karanlık noktası sabah aydınlığını içinde taşır.” Biliriz ama yine de o an her şey kapkaranlık görünür bize.  Sonra bir şeyler olur, gökyüzündeki bulutlar dağılır yeni çözümler, çözüm yolları bulunur.
Aslında zora girdiğimiz andan itibaren bütün benliğimizle çözüm yolları aramaya başlarız. Farkında olsak da olmasak da tüm algılarımız yeni durumumuza kanalize olmuştur ve daha önce görmediğimiz, yanı başımızda olan seçenekleri, çözümleri görmeye başlarız. Yeni koşullardan “yeni ben” yaratırız. Sanki ilahi bir şekilde yanı başımızda beliriveren çözümler aslında hep oradadır ve bizim onları fark etmemizi beklerler. Onları fark ettiğimiz anda çözüm süreci de başlar. Çözüm sürecine girmemizle birlikte bulutlar dağılmaya içimiz yeniden aydınlanmaya başlar.
Örneğin ben, en parasız anlarımda hep sokakta para bulmuşumdur. Bunu, şans ya da ilahi bir destek olarak değerlendirmek de mümkün ancak ben beden dilimin o andaki haliyle açıklıyorum bu durumu. Başım önde omuzum çökük yola bakarak yürürken yerdeki parayı görme olasılığım, cebimde para varken ve omuzlarım dik olarak ileriye ya da vitrinlere bakarak yürüdüğüm zamanlara göre daha fazla doğal olarak.
Günümüzün yükselen trendi, “İsteyin olsun!”un temeli de bu süreçtir zaten. Neyi istiyorsak, daha doğrusu neye odaklandıysak onunla ilgili verileri ipuçlarını toplamaya başladığımızdan ya da hayatımızda olanları bu pencereden bakarak yorumladığımızdan, gerçekten istiyorsak olur zaten.
Gerçekten istemek, o durumla ilgili kafa yormak, plan yapmak ve harekete geçmek demektir. Yoksa sabahtan akşama kadar transa girip sayısalın size çıkmasını beklemekten, bütün gün iş ilanlarına bile bakmadan evde oturup iş bulmaktan, sanal ya da gerçek hiçbir insan topluluğuna karışmayıp arkadaş bulmaktan söz etmiyorum.
Ben istiyorum ve oluyor sizde durum nasıl?

Sevgiyle…


Ayşe İhsan



1 Kasım 2013 Cuma

ANILAR - MANTICI FATMA TEYZE

Göztepe ve Mithatpaşa’daki yalıların, bahçe içindeki evlerin hızla apartmanlaşmaya başladığı dönemlerde onbir daireden oluşan çocukluğumun apartmanında herkes yıllardır temel komşusuydu. Kiracı bulunmayan bu apartmanda sakinler birbirinin sadece komşusu değil aynı zamanda arkadaşı, sırdaşı, her şeyiydi. Çocuklar ve babalar evden gittikten sonra anneler işe koyulur saat on civarında bütün işler bitmiş olur ve sıra günün olmazsa olmazına, sabah kahvesi sefasına gelirdi. Her gün başka bir dairede gerçekleşen bu ritüelde komşular sanki günlerdir görüşmüyorlarmış gibi konuşacak bir sürü şey bulur, örgü, dantel örnekleri paylaşılır, çokça da dertleşilirdi.
Fatma Teyze, bizim hemen bir üstümüzde otururdu, okuma yazmayı büyük oğlu ilkokula giderken öğrenmiş olan bu kadın, Boşnak kökenliydi, hiç okutulmamış, ondördünde evlenmiş, onbeşinde, büyük oğlunu onsekizinde ise küçüğünü kucağına almıştı. Fatma Teyze’nin eşinin, yüksek gelir getiren bir işi vardı ve haftanın üç günü gece eve geliyorsa, dört gününü iş seyahatinde geçiriyordu ya da biz öyle biliyorduk.
Onun evinin temizliği, düzeni, yemeklerinin hele de hamur işlerinin lezzeti dillere destandı ama özellikle de mantısı. Hatta öğleden sonraları yapılan ev gezmelerinde – annem onlara ‘gün’ diyordu – sıra Fatma Teyze’ye geldiğinde o, diğer hanımlar gibi üç çeşit tuzlu, iki çeşit tatlı falan gibi geleneksel olmuş ikramları yapmazdı. Çünkü herkes ondan mantı yapmasını isterdi.
Bir gün nasıl olduysa, Fatma Teyze’nin eşinin aslında iş seyahatine gitmediği, başka bir evi ve karısı daha olduğu ortaya çıktı. Mehmet Amca – Fatma Teyze’nin eşi – bu ilişkiyi inkâr etmediği gibi “Aç değilsin, açıkta değilsin, ailen çok fakir, nereye gidersin, kabullen bu durumu” demiş.
Apartmanın gündemine bomba gibi düşen bu haber günlerce tartışmalara neden oldu. Fatma Teyze Nuh diyor peygamber demiyordu, tutturmuştu ayrılacağım diye. Bütün kadınlar vazgeçirmeye çalışıyorlardı bu kararından: “Nereye gideceksin, ne yaparsın, işin yok, mesleğin yok, diploman yok, bir yerden gelirin de yok, yapma etme, öfkeyle kalkan zararla oturur, düzenini bozma, bak bize, herkesin kocası sanki çok mu edepli, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkü dükkânıdır. Sabırlı ol, sabrın sonu selamettir. Elbette o da durulacak uslanacak, aslan gibi evlatların var kendini düşünmüyorsan onları düşün. Bütün mal mülk kocanın üstüne, maazallah kızdırırsan zırnık koklatmaz, sefil olursun, güzel kadınsın, kötü yola düşersin…”
Henüz evlilikte mal ortaklığı rejiminin değil uygulanması, varlığının bile olmadığı hatta tartışılmadığı yıllardı. Mehmet Amca gerçekten de Fatma Teyze’yi nafakasız, evsiz ortada bırakıverirdi. Böylece Fatma Teyze’nin pişman olup çaresiz kalıp eski düzeni sürdürmesi için onu zorlardı. 
Fatma Teyze, bütün önerilere başını iki yana sallayarak cevap veriyor tek kelime etmiyordu. Bir kahve toplantısından sonra evine çıktı, eşinin sekreterini arayıp. “Kızım, şoförü yolla Mehmet Bey’in eşyalarını alsın evden” demiş. Mehmet Amca’nın kişisel eşyaları iki bavula sığdı ve kapının önüne kondu. Bu tavır, apartmanın diğer sakinleri tarafından hiç de hoş karşılanmadı. Fatma Teyze’nin gereksiz bir inadı sürdürdüğünü düşünüyorlardı. Üstelik onun bu meydan okuyan tavrı, diğer kadınları kendileriyle yüzleşmeye de zorladığından rahatsızlık veriyordu.
Fatma Teyze aynı gün en yakın kuyumcuda bütün bileziklerini, yüzüklerini ondört ayarlıklara kadar bozdurdu, bir hafta sonra apartmana yakın bir kavşakta başka bir apartmanın zemin katında 20 metrekarelik bir dükkân tuttu. Üç masa oniki sandalye ve bir tezgâhla bir ay sonra mantıcılık yapmaya başladı, en iyi bildiği işi…
Henüz ev yemekleri dükkânları furyası başlamamıştı. Yakındaki üniversitenin öğrencileri, banka çalışanları, onun lezzetini bir kez tatmış çalışan çalışmayan… akın akın gelmeye başladı dükkâna. Bir gelen bir daha geliyor, bir yiyen başkasını da getiriyordu. Bir süpermarket zincirinden gelen teklif üzerine işi büyüttü, mantıları fırınlayarak dayanıklı hale getirip paketleyerek satmaya başladı. Siparişler o kadar fazlaydı ki büyük bir üretim yerine taşınmak zorunda kaldılar. Mehmet Amca’nın eşyalarının kapı önüne konmasından altı ay sonra Fatma Teyze, boşanmış, yıllardır oturduğu evi boşaltmış olarak sekiz kadının harıl harıl mantı hamuru açtığı 200 metrekarelik bir işyeri sahibiydi.
Büyük oğlu bir sene sonra işletmeden mezun olduğunda kurulu bir düzenin başına geçti, üç yıl sonra da küçük oğlu işlerin diğer kısmını devraldı.
Küçük oğlu da iş güç sahibi olduğunda Fatma Teyze kendini emekliye ayırdı, çok sevdiği mantı yapma işini artık sadece ahbapları, komşuları ve oğulları evlendiği için kalabalıklaşan ailesi için yapıyor.

Birçok kadın ve erkek, bilinmezin tehlikeli sularında yüzmektense bilindiğin esaretine boyun eğer. Bilinmezlik bilinçaltı korkularını körükler çünkü. Fatma Teyze gibi bazı savaşçılar için durum farklı. Onlar, “Başkalarının düşünceleri benim gerçeğim olamaz” diyebiliyorlar. 

Sevgiyle...
Ayşe İhsan


14 Ekim 2013 Pazartesi

AN’I YAŞAMAK

Sokakta dolaşırken eve gider gelirken aklıma her estiğinde sürekli yaptığım bir şey var: Bilmediğim sokaklara dalmak, binalara, ağaçlara, çiçeklere, denize, balık tutanlara bakmak, kimi zaman da bir kafeye kendimi atıp bir kahve içmek.  Ama gerçekten kahve içmekten bahsediyorum.
Bir hayat koşuşturmacasıdır gidiyor. Evden işe, işten eve yetişme telaşı hiç bitmiyor. Bir taraftan akşama ne yesek planları, bir taraftan yarın gidilecek doğum gününe ne hediye almalı kaygıları. Dişçi randevusuyla veli toplantısı çakışmış. Hafta sonu şöyle bir ailecek gezmeye gidelim diyeceğim ama çocuğun dershanesi var. Bu çocuk da düzenli çalışma alışkanlığını bir türlü oturtamadı gitti. Eve gidince yemek yenecek, duş alınacak, işten getirilen evraklar gözden geçirilecek. Saat altı olmadan hava kararıyor içime de karanlıklar basıyor, bu trafik de bitecek gibi görünmüyor. Kışa henüz girmedik ama ama ekonomik tatil için şimdiden yer seçilmeli, en azından nereye gideceğimize karar vermeli, bayram için yılbaşı için rezervasyon yaptırılmalı. Koşturmaca hep koşturmaca. An’ı yaşayan yok.
Çevremde benimle birlikte bir şeyler içenleri gözlüyorum. Önünden, içtiği nesneyi kapıp sorsan; ne içiyorsun diye bir duralayacak, yüzüme bakacak. Aynı anda tabletine bir şeyler yazıp, telefonla konuşan ve bu arada kahve ve sigara içenler artık azımsanmayacak kadar çok.
An’ı nasıl yaşadığımızın hiç mi hiç farkında değiliz. Hep bir sonraki saati, bir sonraki günü, bir sonraki yılı planlama derdinde, ömrümüz akıp gidiyor.
Eve gidince yapmamız gerekenleri düşünmekten köşedeki çiçek satan kızın rengarenk giysisini, neşeyle gelip geçene laf atmasını, çiçeklerin güzelliğini fark etmiyoruz. Yarın işe giderken ne giysemi düşünürken, o an üzerimizde olan kıyafetin bizi rahat ya da mutlu edip etmediğini ayırt edemiyoruz ya da ne kadar severek aldığımızı. Bir sonraki sene yapacağımız tatili planlarken bizi saran stres, keyifle gidilecek tatilin keyifle seçilmesi gerektiğini unutturuyor bize. Duşa bile bir görev eksilsin diye giriyoruz. Suyun arındırıcı etkisine teslim olup, ruhumuzdaki stresi de yıkayıp temizlenmek yerine, bir acele girip çıkıyoruz duşa. Saçımızı kuruturken bir taraftan krem sürmeye, dişimizi fırçalarken bir taraftan yere dökülen çamaşırları toplamaya çalışıyoruz.
En son ne zaman sadece kahve içtiniz? En sevdiğiniz diziyi seyrederken, misafirlikte ikramı kabul ederken, en sevdiğiniz arkadaşınızla sohbet ederken size eşlik eden kahveyi sormuyorum. Gerçekten sadece kahve içmek için durduğunuz, kahvenin tadını hissederek keyfini yaşadığınız an’ı soruyorum. Kahvenin muhteşem aromasını damağınızda hissettiğiniz, kokusunu içinize çektiğiniz an’ı. Yani kısaca sadece kahve içmek için durduğunuz ve yaptığınız eylemin farkında olduğunuz an’ı.
İş toplantısında içtiğiniz kahve, kahve değil. Sanki görev gereği söylenmiş, siz konuşurken yarısı fincanda kalmış, soğumuş, boynu bükük. Kimimiz tam toplantı masasından kalkarken dipte kalanı bir yudumda ittiriveriyor midesine, görev gereği yine. TV izlerken yediğiniz yemek, yemek değil. Haberlerin acımasız gerçekliğine kendinizi kaptırmışsınız, ağzınızdaki tat, ekşi mi acı mı farkında bile değilsiniz.
Her şeyi eş zamanlı yapmaya o kadar alışmışız ki. Otobüslerde kulaklıkla müzik dinleyenler ya da arabalarında CD’yi otomatik hareketle yerine ittirip müzik dinleyenler… Gerçekten müziği dinliyorlar mı? Notaların tınısını, uyumunu kalplerinde ruhlarında hissedebiliyorlar mı? Duyuyor musunuz müziği gerçekten?
Durmak lazım oysa, gerçekten durmak. TV'yi, müziği kapatıp tamamen sadeleşmek ve o an’a; bir gün, bir ay ya da bir yıl sonraya değil, o an’a, canınızın ne istediğine gerçekten ne istediğine odaklanmak. En sevdiğimiz arkadaşımızla sohbet ederken sadece sohbete odaklanmak, çocuğumuzu ya da eşimizi dinlerken gerçekten dinlemek…
An’ı yaşamak ve tadını çıkartmak lazım.
Kahve demişken, hadi ev halkı kahve içelim! Sadece kahve…
Sevgiyle...

Ayşe İhsan




4 Ekim 2013 Cuma

KEÇİ KADAR YAŞAMLA BARIŞIK OLMAK

Karaburun yolunda Balıklıova’ya gelmeden Karapınar diye bir mevki vardır. Karapınar’ın girişinde denizden 5-7 m kadar yüksekte, yar üstünde salaş bir balık lokantası bulunur. Çatısı sazlar, hasırlarla örtülü bu mekânın masaları da piknik masalarından bozma ama üstü yastıklıdır. Ama burada iddia ediyorum en lezzetli balıkları yersiniz sızma zeytinyağının boca edildiği muhteşem bir salata eşliğinde. İsteyene rakı da var tabii.
Geçtiğimiz pazar Karaburun’dan dönerken uğradık ve nefis bir barbun yedik. Barbunun da tam zamanı. Karşımda deniz hafif çırpıntılı, karayelin etkisiyle. O karayel ki güneş, ufuk çizgisine yakın bir noktaya gelmesine rağmen hala bir ateşten cehennem olmasını açıktaki her kıvrımımızı okşayarak önlüyor serinletiyor azıcık. Deniz, oturduğumuz yerden on metre sonra dik bir yarın eteğinde başlıyor. İleride dış körfezin kuzey sahilleri: Çandarlı, Dikili… Daha da ileride belki de Midilli’nin silueti emin değilim.
Denizle aramızdaki arazide gümrah mersin, meşe çalıları arasında tek tük ardıçlar göze çarpıyor. İki keçi her çalıyı ziyaret edip en taze kısımlarını kemirmekle meşgul, ben tabağımdaki barbundan aldığım parçaları önce dilimle damağım arasında ezip tadını tekrar tekrar çıkarırken, bakıyorum onlar da benim kadar tat alıyorlar yediklerinden.
Doğuyoruz aile içinden başlayarak eğitim alıyoruz öğreniyoruz öğreniyoruz… Öğrendiklerimizin çoğunun bize bedeli doğamızla getirdiklerimizi unutmak oluyor ama. Örneğin yenidoğan, suya atılır atılmaz yüzebilirken daha sonra korkmayı öğrenir sudan. Yüzmeyi yeniden öğrenmek için önce korkusunu yenmek zorunda kalır. Okullar bitiyor, hayat gailesi başlıyor, koşuyoruz, koşturuyoruz, çalışıyoruz, didiniyoruz…  Sonra?
Bir çocuğun ilgisini çeken bir şey oldu mu durur ve inceler. Onu oradan sadece ondan daha kuvvetli olduğunuz için söküp alabilirsiniz. Kendinize bir sorun: Aceleniz olduğu bir sırada (Zaten acelemiz olmadığı zamanlar var mı ki acaba?)gerçekten ilginizi çeken bir şey için zaman ayırabildiniz mi? Daha vahimi son zamanlarda ilginizi çeken bir şey oldu mu gerçekten? Farkına varabildiniz mi çevrenizde olan biteni, düne göre farklı olanı?
Beş duyunuzla algıladığınız güzelliklerin farkına ne zamandır varmıyorsunuz? Unuttuklarımızı öğrenmek için çaba sarf etmemiz gerekmiyor mu? Yeniden yavaş yemeyi öğrenmek için, her bir lokmanın tadına varabilmek için, rüzgârın tenimizdeki okşamasını hissedebilmek için, güzel bir sesi bir tınıyı birçok ses arasından ayırt edebilmek için, güzel bir manzarayı, bir resmi, insanı, hayvanı, rengi, dokuyu…  görebilmek için! Yeniden bir keçi kadar yaşamla barışık olabilmek için!

Sevgiyle...
Ayşe İhsan





22 Eylül 2013 Pazar

HİÇBİR ŞEY İÇİN GEÇ DEĞİL (KEP TÖRENİMİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI)

İnsanlar tanıdım, çocuk sahibi olmak için kafasında oluşturduğu mükemmel zamanın gelmesini bekleyen, insanlar tanıdım mutlu olmak için hayalini kurduğu mükemmel an’ın olmasını bekleyen… Öğrendim ki mutlu olmak için içinde bulunduğun koşulların ne olduğu çok da önemli değilmiş. Öğrendim ki mutlu olmak, huzur sahibi olmak koşula bağlı değilmiş… Elbette ki kastettiğim büyük acıları, kayıpları yaşadığımız dönemlerde mahallenin delisi gibi gülmek değil. Hepimiz düşeriz, hepimizin canı acır. Ama ya kalkarız, yolumuza devam ederiz ya da yattığımız yerde kalıp kendimize acırız. Tercih bizim. Bir Çin atasözünü paylaşmak isterim: “Karakuşların başımızın üzerinden geçmesini engelleyemeyiz ancak onların başımıza yuva yapmasını engelleyebiliriz.” der Çinli bilgeler.
İnsanlar tanıdım, “Bizden geçti” diyen, insanlar tanıdım “Artık yapamam” deyip koşullarına teslim olan. “Tamam arkadaşım, sen belki şimdi Usain Bolt gibi koşamazsın, hatta koşamazsın bile belki, iyi de kendin gibi de mi yürüyemezsin?” dedim onlara.
Spor yapmanın bir yaşı mı var ya da âşık olmanın? Resim yapmanın bir yaşı mı var ya da bir müzik aleti çalmayı öğrenmenin? Dil öğrenmenin bir yaşı mı var, ya da üniversitede okumanın? “Elbette var!” diyenlere sorarım: “Nerede yazıyor?” ya da şöyle sorayım: “Belli bir yaşa geldiği halde bunları yapmış, başarmış olanlar yok mu?” Başkası yapabiliyorsa ben de yaparım, sen de yaparsın, herkes yapabilir. Yaş, bir şeyleri yapmanın önünde engel değil, içimizdeki ataletin bahanesidir ancak.
Bizler lise çağındayken mezuniyet ve diploma törenleri yapılmazdı. Hele de kep ve cübbe giymek sadece kolej öğrencilerine mahsus bir ayrıcalıktı o devirde. Üniversitede de böyle bir gelenek yoktu. Zaten 1981’de üniversiteden mezun olan bir genç olarak 12 Eylül’ün ağır baskısıyla bunalan ülkemde bir gencin böyle bir talebinin olması da mümkün değildi. Üniversite mezuniyetinin bir tören halinde gerçekleşmesi Amerikan filmlerinde gördüğümüz bir şeydi.  Bizler çıkış belgelerimizi sanki bir ayıpmış gibi gizli saklı aldık. Birçok kişi içerideyken, diğer birçoğundan haber bile alınamazken bizlerin mezun olması bile vicdanımızı yaralıyordu üstelik.
Sonraları kep giyme törenleri anaokullarına kadar indi. Yıllarca gerek çocuklarının kep giyme törenlerine katılan gerekse benim gibi öğretmen olup da öğrencilerinin mezuniyet törenlerinde görev alanların içinde hep bir burukluk olmuştur bilirim. En azından benim oldu. Kep törenleri ve mezuniyet seremonileri benim için asla ulaşamayacağım ilk gençliğimin simgesi oldu uzun yıllar. Sonraları “Neden olmasın? Niye bizim de bir kep törenimiz olmasın? Kep töreninin okul mezuniyetinden hemen sonra yapılması gibi bir kural mı var?” diye sormaya başladım. İyi ki benim gibi düşünen başka arkadaşlarım da varmış. Lise mezuniyetimizden tam 36 yıl sonra 21 Eylül 2013’te mezun olduğum lisenin bahçesinde bir kep töreni gerçekleştirdik. Kimimiz eşleri, kimimiz yetişkin çocukları, kimimiz ise torunları ile gelmişti törene. Yaklaşık iki saat süren tören süresince çocuklar gibi şendik. 15-16 yaşındayken fotoğraf çektirdiğimiz aynı yerlerde yine fotoğraflar çektirdik. Yıllardır görmediğimiz arkadaşlarımızı gördük hasret giderdik. En önemlisi de RÖVANŞI ALDIK. “Bizden geçti” demedik. “Yaşımızdan başımızdan da mı utanmayacağız” demedik. “Ülkenin hali malum şimdi sırası mı?” hiç demedik. An’ı yakaladık ve hayatın tadını çıkardık hep birlikte.
“Mükemmel an” yoktur, mükemmel an’lar gökten zembille inip bize gelmez, an’ları mükemmel kılan biziz.

Sevgiyle…

Ayşe İhsan







15 Eylül 2013 Pazar

ANILAR - HAMİDO

Büyüklük algımız nedir, ya da kimler önemlidir bizim için? Bizim için meşhur, kıymetli, önemli olan kişiler başkaları için de öyle midir?

Soruyu bir başka biçimde sorayım şimdi de: Gerçekten çok severek dinlediğiniz bir müzik parçası ya da çok sevdiğiniz bir filmin başkası tarafından hiç sevilmeyebileceğini düşündünüz değil mi mutlaka? Buna rağmen çevremizdekilerin zevklerine, alışkanlıklarına, yaşam biçimlerine ne kadar saygı gösteriyoruz? Onları mutlu etmek adına kendi zevk ya da yaşam tarzımızı mı dayatıyoruz yoksa onların zevklerini dikkate almak konusunda titiz davranıyor muyuz?

Yıllar önce özel bir okulda görev yapıyordum. Bölüm odamız kampüsteki binalardan birinin en üst katında, diğer bölüm odalarıyla aynı katta ve sadece kendi branşımızdan öğretmenlerinin kullandığı bir birimdi. Orasını kendi ihtiyaç ve zevklerimize göre şekillendirmiştik. Kitaplığımız, çalışma masalarımız, bilgisayarlarımız ve diğer teknik aletlerimizin yanı sıra su sebilimizden müzik setimize, fincanlarımızdan, bardaklarımıza her şeyimiz vardı. Evimin çok uzak olmasından sanırım, bölüm içinde en erken ben gelirdim hep. Kat hizmetlimiz Hamide hanım henüz kat temizliğini bitirmemiş olurdu. Biz ona, gerek çok iri yarı, gerekse tuttuğunu koparan, mücadeleci kişiliğinden dolayı "Hamido" derdik. Bilenler bilir, 60'lı yılların sonuna dek adının sonunda "o" olan eşkiyalarla büyüdük biz. Hamide hanım da bu lakaptan hoşlanır diğer hizmetlilerle bir sorun yaşadığında "Bakın bana Hamido derler..." diye göz dağı verirdi.

Sabah, ne zaman bölüm odamızın bulunduğu kata çıksam ortalığı, bizim müzik setinden yükselen bangır bangır bir Müslim Gürses ya da Sibel Can kaplamış olurdu. Bu başına buyruk davranan dürüst, temiz ve saf kadın hepimizin annesi gibiydi ve onun bu kaçamaklarına göz yumardık. 

Bir gün meslektaşlarımdan birisinin üniversiteden hocası da olan Prof. Dr. Ali Demirsoy'un bizim bölüme ziyarete gelmesi söz konusuydu. O sıralarda televizyonlarda bile sıklıkla tartışılan Evrim Teorisi, bölümümüzde de tartışılacaktı. Ali bey, arkadaşımızın eşi tarafından son ders saati içinde bize misafir gelecekti. Aynı gün bir diğer arkadaşımızın hasta olması nedeniyle benim de onun derslerini doldurmam gerektiğinden son derste hiç kimse bölüm odasında olamayacaktı. Ali beyin, arkadaşımızın eşi ile birlikte bölüm odasında 15 dakika kadar yalnız kalması söz konusuydu. Arkadaşımızın eşi yabancımız değildi, üstelik meslektaşımızdı ama Ali beyi geldiğinde karşılayamamak hepimizin canını sıkmıştı. Hamido'ya sıkı sıkı tembih ettim: "Aman gözünü seveyim Hamidocuğum, bugün son derste buraya dünyaca ünlü bir profesör gelecek. Sen sen ol, hizmette kusur etme, 15 dakika kadar oyala misafirlerimizi." dedim.

Son dersten çıktığımızda misafirlerimiz gümüş zarflı fincanlarda kahvelerini yudumluyor, gümüş çikolatalıktaki çikolataları atıştırıyordu. Hamido, elinde gümüş bir tepsi, kapının kenarında anaç bir halde bekliyordu. Arka planda Vivaldi'den "Dört Mevsim" gayet dozunda bir sesle ortamı sarmış ilkbahar bölümünün nameleri odaya yayılmıştı. Gerek arkadaşımın eşi gerekse Ali hoca huzurlu bir gülümseyişle karşıladılar bizi. Hepimiz şaşkınlıkla birbirimize baktık, bu gümüşlerin hiçbirisi bölüme ait değildi ve nereden geldiğine dair hiçbirimizin en ufak bir fikri yoktu. Toplantımız gayet güzel geçti. Çıkışta Hamido'ya malzemeleri nereden bulduğunu sordum. "Üzümünü ye de bağını sorma" dedi gülerek.

Ertesi gün genel müdürün sekreteri ile karşılaştım. "Hayırdır, ululardan bir misafiriniz varmış kim geldi ki sizin bölüme?" diye sordu. Nereden haberi olduğunu sordum doğal olarak. Hamido, genel müdür sekreterine, "Biyoloji bölümüne ululardan ulu bir misafir gelecek, sen de ki İbrahim Tatlıses ben diyeyim Kadir İnanır." demiş ne var ne yok toplamış almış. Anlaşılan Hamido bölümümüzün birbirinden farklı fincanlarını misafirimize layık görmemişti. Dahası bizim CD'lerden birini de müzik setine koymuş misafiri öyle karşılamıştı.

Hamido'nun gösterdiği duyarlılığı biz kendi yaşamımızdaki diğer insanlara ne kadar gösterebiliyoruz? Kendi beğenilerimizi değil onlarınkini ne kadar dikkate alıyoruz? "Paylaşmak" dediğimiz şey hangi noktada bitiyor? Hangi noktada dayatmalarımız başlıyor?

Sevgiyle...
Ayşe İhsan








14 Eylül 2013 Cumartesi

KUTLAMA

Tüm öğretmen arkadaşlarımın, öğrencilerimin, tüm anne ve babaların yeni öğretim yılını kutlarım. İçinizdeki heyecan hiç bitmesin. Hepinize kucak dolusu sevgiler...

Ayşe İhsan


9 Eylül 2013 Pazartesi

BİR DE BAKTIM Kİ SU KEMERLERİ

Sizlerle arada bir bazı anılarımı da paylaşmak istiyorum. Yorum ve eleştirilerinizi bekliyorum. 

Çankaya’da bir bir dershanede çalışıyordum. Gırgır dergisinin dünyanın en çok satan ikinci mizah dergisi olduğu yıllar ben de herkes gibi haftada bir çıkan bu derginin yeni sayısını iple çekiyorum.

Akşamüzeri işten çıktım, yolun karşısındaki duraktan eve giden otobüse binmeden önce gazete kulübesinden yeni sayıyı aldım. Heyecanla ayaküstü okumaya başladım. Otobüs geldi, dalgın, bindim, tekli koltuklardan birine oturdum sağ tarafa.

Sondan bir önceki sayfaya kadar soluksuz bir şekilde geldim. Galip Tekin'in karmaşık çizimlerine dalmadan önce gözlerimi dinlendirmek için başımı şöyle bir kaldırdım, sağıma baktım, bir de ne göreyim: Su Kemerleri. Durumum tam bir komedi. Ben Çankaya’dan İzmir’in bir ucundaki Fahrettin Altay’a gitmek için otobüse binmişim oysa şu an bulunduğum yer Şirinyer, İzmir’in diğer bir ucu. Durakta beklerken gelen otobüsün numarasına nasıl baktıysam artık. 

Hava kararıyor, cep telefonu yok ki eve haber vereyim. Kredi kartı yok ki para çekeyim de taksi ile eve döneyim. O panikle ve tabi suçluluk duygusuyla ilk durakta kendimi otobüsten attım. İyi de son biletimi demin indiğim otobüse atmıştım; şimdi hem biletsizim, hem de çok iyi tanımadığım bir semtte yeniden bilet almak ve evime dönmek için otobüs bulmak zorundayım. Bari serinkanlı davranıp daha merkezi bir yerde inseydim, kolaylıkla bilet bulur evime dönebileceğim bir araca da binebilirdim. Bir kilometre kadar yürüdüm bilet alabilmek için sonra üç vasıta değiştirerek evime döndüm. O sıralar oğlum küçük, annem bizde, eve geldiğimde kapıyı açan annemin gözleri boyoz olmuş bana bakıyor, ölmüşler meraktan. 

Şimdi itiraf edelim: Çoğu olayda böyle davranmıyor muyuz? Bir karar alıyoruz, eyleme geçiyoruz, süreçte hesaplamadığımız bir durumla karşılaştığımızda panikle ve düşünmeden tepkisel davranıyoruz ve ödememiz gerekenden çok daha büyük bedeller ödüyoruz. 

İşten çıkıp eve gitmeyi düşünmek bir karardır. Kararım uyarınca eyleme geçtim, durağa gittim ve otobüse bindim. Ancak bundan sonrası sarpa sarıyor. Eylem kararım ile ilgili olarak kullandığım araç yanlışmış. Şimdi bana düşen bu sonucu doğru bir biçimde, paniğe kapılmadan değerlendirip kendim için yeni seçenekler yaratmakken, olabilecek en kötü tercihi yapıp hemen otobüsten indim çünkü durumu yeniden değerlendirmek yerine telaşla, panikle, korkuyla, suçluluk duygusuyla bir karar aldım. 

Hayatımızda birçok karar alıyoruz. Aldığımız kararları eyleme dökerken doğru araçlar ve yöntemler kullanıyor muyuz? Farkındalığımız ne kadar? Karar verip eyleme geçmek, sonuca ulaşmak için yeterli mi? Diyelim ki doğru araçlar ya da yöntemler kullanmadık ve başarısız olduk, yeni araçları/yöntemleri kullanmak, elimizdeki değerleri, olanakları bilmek/değerlendirmek konusunda ne kadar esneğiz? Aldığımız kararların arkasında durmamızı engelleyen ya da geciktiren çeldiricileri ne ölçüde kontrol edebiliyoruz? Anlık zevklerin peşine takılıp asıl amacımızı gözden kaçırabiliyor muyuz? Yoksa başımıza gelen bir olaydaki sorumluluğumuzu ya da sorumsuzluklarımızı değerlendirmek yerine suçu başkalarına atmak daha mı kolay geliyor? (Belediye de otobüs numaralarını küçücük yazıyor canım!) 

Beklemediğimiz olaylar ya da durumlarla karşılaştığımızda durup dinlenip bir nefes almaya kısa bir süreliğine de olsa karar almayı ertelemeye ne dersiniz? Olayların akışında akmak yerine yaşam nehrimizin patronu olabilmek bu tür sınavlardan geçerek kazanılan bir hak, bir yetki değil mi sizce de?

Sevgiyle...
Ayşe İhsan




6 Eylül 2013 Cuma

GÜVENİRSEM KAZIK YER MİYİM?

Yıllar önce annem, bir arkadaşı için banka kredisi çekmişti. Arkadaşı, İstanbul'da yaşayan kızının kalp ameliyatı olacağını ve üzerinde zaten bir kredi olduğundan ikinci bir krediyi alamadığını belirtip annemden rica etmişti kredi çekmesini. Arkadaşının hem emekli maaşı vardı hem de o sırada çalışmakta olduğu işinden aldığı maaş. Rahatlıkla her iki krediyi de ödeyebilecek durumdaydı. Annem duraksamadan çekti krediyi ve arkadaşına verdi. Sonrasında arkadaşı çalışmakta olduğu işinden çıkarıldığı için annemin çektiği krediyi ödemekte güçlük yaşadı. Annem ödedi. Babamsa çok kızmıştı bu işe. Aile için harcanması gereken kaynağın bir kısmı dışarıya gitmişti çünkü. "Bir daha kimseye kefil olmamayı, kimse için kredi çekmemeyi öğrenmiş olmalısın" demişti anneme. Annemse, "Hayır öğrenmedim. Eğer birisi benden yardım ister de ben de ona 'Yeminim var, kimse için kefil olmam, kredi çekmem' dersem, yarın Allah korusun benim çocuğum için ya da senin için bir başkasından hangi yüzle yardım isteyebilirim?" diye cevap vermişti. Sonra da "İnsanlar 'ada' değildir, birbirlerine ihtiyaç duyar ve birisinin bize ihtiyacı varsa, elimizden geliyorsa yardım etmemek insanlık suçudur." diye devam etmişti.

Aylar sonra o para bize geri geldi ve biz onunla bir arsa aldık. Babam anneme, "Haklısın insanlara güvenmek lazım ama araştırıp incelemeden körü körüne de atlamamak gerek" demişti gülerek.

Yine yıllar önce henüz taze bir dershane öğretmeniyken bir sabah, işe geç kalmak üzere olduğumu anlayıp taksiye binmek zorunda kaldım, Her ne kadar görevime, randevularıma vaktinde yetişme alışkanlığım olsa da bazen elde olmayan nedenlerle oluyor böyle şeyler. Günümüzün 12 TL’si gibi tuttu taksi parası, bendeyse günümüzün 100 TL’si gibi bütün bir para uzattım. Taksici çaresizlik içinde servise yeni çıktığını ve bozamayacağını söyledi. Koşarak markete gitti bozdurmak için ve yine koşarak döndü. "Kalsın para, bozmuyorlar işiniz de aceleymiş madem, bu da benden olsun" dedi kocaman bir gülümsemeyle. Öyle dürüst bakıyordu ki, "Kardeşim ben bu binada çalışıyorum, Adım Ayşe, bozdurabildiğinde gel paranın üstünü ver." dedim ve koşarak ayrıldım yanından.

İki saat sonra dershanenin giriş görevlisi yanıma geldi. Bir adamın beni aradığını söyledi.  Gelen taksiciydi, para üstü getirmişti. Teşekkür ettim. "Siz bana güvendiniz, başıma bir şey gelir de getiremem diye ödüm koptu." dedi kırık dökük bir gülümsemeyle. Boğazıma bir şeyler düğümlendi, ben ki ekmek parasını konuşarak kazanıyorum, nutkum tutuldu. Çay ikram etmek istedim, arabayı kötü yere koymuş özür dileyerek gitti.

“Sen herhalde hiç kazık yemedin, insanlar senin iyi niyetini hiç kötüye kullanmadı herhalde” diyebilirsiniz. Verdiğim iki örnekte de mutlu son var çünkü. Oysa o kadar çok kazık yedim ki. İyi de yediğim kazıkların faturasını niçin başkaları ödesin? Daha tedbirli olmayı öğrendim elbette ama yaşadıklarımdan çıkardığım sonuç kimseye güvenmemek değil. Ben başkalarına güvenmezken başkalarının bana güvenmesini nasıl bekleyebilirim?

Annemin cümlesini bir kez daha tekrarlamak istiyorum: "İnsanlar 'ada' değildir, birbirlerine ihtiyaç duyar ve birisinin bize ihtiyacı varsa ve elimizden geliyorsa yardım etmemek insanlık suçudur."

Sevgiyle kalın…
Ayşe İhsan



1 Eylül 2013 Pazar

BİLİNÇALTI YAZILARI 3

Gün içerisinde birçok olay yaşıyoruz. Bazen bir anda çok kızıp öfkelenebiliyor ve anlık tepkiler veriyoruz. Kimi zaman bu anlık tepkiler çok büyük boyutlarda olabiliyor. Sonrasında olay kapanıyor, “Geçti gitti” diyoruz ancak o olayla ilgili ruh durumu bilinçaltına kaydediliyor ve döngüye giriyor. Bilinçaltımız bizim hizmetçimizdir demiştik. Bilinçaltımız bizim yoğunlaştığımız tüm dikkatimizi topladığımız duygusal olarak etkilendiğimiz her olayı ısıtıp ısıtıp önümüze sürer. Bu özellik aslında çok iyi ve önemli bir özelliktir tabii istekle ve şevkle bir şey öğrenmek istediğinizde. Çok sevdiğiniz bir müzik parçasını bir kerede ezberlemek, hoşunuza giden bir ders konusunun çok daha kolay aklınızda kalması, çok beğendiğiniz bir mekanın ayrıntılarını daha sonra çok net hatırlamanız da bilinçaltınızın size sunduğu bu tür hizmet sayesinde mümkündür.

Bilinçaltı sizin hizmetçi robotunuzdur demiştik. O, içine girdiğiniz duygu durumunun sizin için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu ayırt edemez. Onun için tek kıstas vardır: “Sahibim odaklandı ve aşırı duygu durumuna girdi, bunu kaydetmeliyim ve sonra tekrar tekrar önüne sunmalıyım.” Dolayısıyla döngü başlar ve bilinçaltınız size o olayı tekrar tekrar ve yeniden yaşatır. Her defasında o duygu durumuna girmek yani gündüz düşü görmeye başlamak bilinçaltınızın size sunduğu bu hizmeti pekiştirmeye yarar sadece.

Bu nedenle bazı olumsuz olayları yaşarken aşırı ve canlı tepkiler vermek bilinçaltınıza siz farkında olmadan “Al bunu kaydet sonra yine önüme getir” demektir. Bu nedenle öfke, en çok sahibine zarar verir ve atalarımız bu nedenle “Keskin sirke küpüne zarar” demiştir.


İyi haber; öfke kontrolü mümkün. Yaşadığımız olumsuz olaylara ya da geçmişte yaşadığımız bir olayı hatırladığımızda verdiğimiz tepkileri kontrol edebildiğimizde döngüyü kırmış oluruz. Bu konuda da gelişim terapistinden yardım alabilirsiniz.

Sevgiyle kalın...
Ayşe İhsan


30 Ağustos 2013 Cuma

AFFETME - 2 -

Daha önceki yazılarımda bilinçaltımızın olumsuz bir olaydaki ruh durumunu, o olayı hatırlatarak tekrar tekrar yaşamamızı sağlayan bir hizmet verdiğinden bahsetmiştim. Bunu, olağanüstü ruh durumu yaşadığımız bütün olayları bize hatırlatarak yapıyor, bizim için yararlı ya da zararlı diye bir ayrım yapmıyor demiştim. Bilinçaltı için önemli olan, yaşadığınız duygu durumuna ihtiyacınız olduğunu sanması ve onu tekrar yaşatabilmek için gerekli verileri çevreden seçip size sunmasıdır. Şimdi bu bilgi ışığında “affetme” kavramını yeniden ele alalım:

Geçmişimizde yaşadığımız ve affedemediğimiz bir olay varsa bu mutlaka duygularımızın da işin içine girdiğini gösterir. Alın size bilinçaltınız için yeni bir görev. Bilinçaltınız o olayı tekrar tekrar yaşamanızı ve “gündüz düşü” görmenizi sağlayarak ocağın altını sürekli açık tutacaktır. Kendiniz, kişisel gelişiminiz, sevdikleriniz için harcamanız gereken, harcayabileceğiniz enerjinin bir kısmı bu öfkeyi bu kızgınlığı beslemek için harcanacaktır. Böylelikle bir öfke döngüsü başlayacak tekrar tekrar bu ve benzeri olayları yaşamaya başlayacaksınız. Çünkü bilinçaltınız bir yandan bu olayı ısıtıp ısıtıp önünüze koyarken bir yandan da benzeri bir olay yaşamanız için gerekli verileri toplamaya başlar. Bilinçaltınız için sizin duygu durumunuzun yükselmesi önemlidir onu yükselten duygu çeşidinin ne olduğu önemli değildir. Bu, eğer siz kin, kızgınlık gibi duyguların döngüsünü kırmazsanız bu duyguları sürekli yaşayacaksınız anlamına gelir. Bu duygular tekrar tekrar yaşandıkça görselleştirildikçe aslında bilinçaltına “Bu tür duyguları yaşayacağım yeni durumlar için veriler topla” emrini de vermiş oluyorsunuz.

Affedemezseniz yeniden ve yeniden ve yeniden yaşarsınız. İyi de onu/onları nasıl affedeceksiniz? O kişi/kişiler suçlu değil mi? O kişi/kişiler size kazık atmadı mı? Ama ben onun yaptığını hoşgörün demiyorum ki. Affetmek sizin o kişi ile bağlarınızı çözmek anlamına gelir onu hoşgörmek onun yaptıklarını onaylamak değil. Affetmek, özgürleşmektir, sizi üzen kişilerden bağınızı koparmadıkça onları “herkes” haline getirmedikçe özgürleşmeniz mümkün değildir. Affetmedikçe, hayatınızın bundan sonraki kısmına da onlar yön verecek, kararlarınızı onların güdümünde alacaksınız demektir. Düşünün, piyangodan büyük ikramiye çıktı size ve siz bunun bir kısmını o sizi çok üzen kişi ya da kişilere dağıtıyorsunuz. Ya da paranızı nasıl değerlendireceğinize ilişkin onlar karar veriyor. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? İyi de o zaman zamanınızın enerjinizin bir kısmını o kişiler için niçin harcıyorsunuz, bazı kararları almanızda o kişilerin hiç mi etkisi olmuyor şu an? Acıları ve öfkeyi sırtınızda taşıdığınız sürece bu sadece gereksiz bir yük üstlendiğiniz anlamına gelmiyor mu?

Affetmediğinizde her yeni olayda kabuk tutmaya başlayan yaralarınız yeniden kanayacaktır. Affettiğinizde ise geçmişin sizde bıraktığı izlerden kurtulma şansınız doğacaktır. Derin ve kişisel acılarımızı yok sayarak sadece kendimizi kandırırız. Biz kendimizi kandırdıkça bizi hala yöneten, geçmişte bize acı verenlerdir. Onların mesajları hayata bakış açımızı etkiler çünkü bilinçaltı kodlarımızda kayıtlıdır. Onların etkisinden kurtulmak, bilinçaltı kayıtlarımızla yüzleşmekle mümkündür yok saymakla değil. Bu kodlar bilinçaltımızda olduğu sürece sağlıklı ilişkiler geliştirmemiz, özsaygı ve özgüvenimizi oturtmamız sorunlu olacaktır. Kendimizi küçük görmeye eğilimli ve bu yüzden de tekrar tekrar istemediğimiz ilişkilere giren ve aslında birlikte olmak istemediğimiz kişileri çeken biri haline geliriz. Bilinçaltımız bize o duygu durumunu yaşatmak için sürekli olarak çevremizden o tür kişileri seçmemize yarayacak kararlar almamıza yönelik veriler toplar çünkü.

Geçmiş, geçmişte kaldı, önemli olan başımıza gelenler değil bunlara nasıl bir tavırla yaklaştığımızdır. Ya geçmişin bizi şimdi de yönetmesine izin vereceğiz ya da geçmişimizle yüzleşip bilinçaltı kayıtlarımızı yenileyeceğiz.

Gerçek kimliğinizin olmak istediğiniz kişinin ortaya çıkmasına izin vermeniz için geçmişten gelen öfke ve acılarınızla yüzleşmelisiniz. Bu, zorlu bir süreçtir. Size acı veren, utandıran, kızdıran şeyleri yok saymak yerine kabullenmekle başlar. Kötü giden ilişkilerinizi sorgulayın: Bu ilişkide asıl aradığınız neydi; ilgi mi, güven mi, şefkat mi, onaylanmak mı? İçinizdeki duyguları sorgulayın: İçinizde neler olup bitiyor, bu duyguların kaynağı ne?

Affetmek zorlu bir süreç, “Ben neler yaşadım biliyor musunuz?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki, o yaşadıklarınızın bugün sizi “mükemmel sen” olmaktan alıkoyması mıdır istediğiniz? Hayatınızın geri kalanını kazanmak için bunca zamandır kendinize yük ettiğiniz tüm bu olumsuzluklardan kurtulmak için daha ne bekliyorsunuz?
mükemmel sen
Affetmek geçmişinizi değiştirmez, yaşadığınız olayları yaşanmamış kılmaz. Fakat sizin onlardan kurtulmanızı, özgürleşmenizi sağlar.

Sevgiyle...
Ayşe İhsan




25 Ağustos 2013 Pazar

BİLİNÇALTIMIZ, EMRİMİZDEKİ ROBOTUN KODLARINI DEĞİŞTİRMEYE HAZIR MIYIZ?

Su ya da başka bir içecekle dolu bardağa buz attığımızda buzun küçük bir kısmının sıvı üzerinde kaldığını büyük bir kısmının ise sıvıya battığını gözlemlemişsinizdir, tıpkı bir buzdağı gibi. Buz ve suyun özkütlelerinin farklılığından kaynaklanan bu fiziksel durum makalemizin konusu değil elbette ki. Birazdan yapacağım benzetmeye konu olan bu iki fiziksel hal’i hatırlatmak istedim sadece.

Bir buzdağı düşünün: Suyun üstünde yer alan kısmı bilinçli zihin olsun alttaki kısım ise bilinçaltımız. Çevremizden ya da vücudumuzdan gelen verileri ‘fark ettiğimizde’ bilinçli zihnimiz devrededir. İyi de her saniye bize gelen verilerden ne kadarını gerçekten fark ediyoruz. Bir an okumaya ara verin ve vücudunuza değen giysilerinizi hissedin. Siz bu odaklanmayı gerçekleştirinceye kadar giysilerinizin size dokunduğunu hissedebiliyor muydunuz?
Bir embriyo olduğumuzdan bu yana gelen verileri kaydediyoruz. Bu veriler beş duyumuzla, duygularla ve davranışlarla bize geliyor. Önce dağınık halde gelen bu verileri giderek örgütlemeye sınıflandırmaya başlıyoruz. Örneğin sıcağı öğreniyoruz sonra da çok sıcağı ve yanan sobaya el değdirmemeyi öğreniyoruz bazen de kötü bir deneyimle. Bu sınıflandırma süreci içinde en yakınlarımızdan başlayarak çevremizdekilerin davranışlarını gözlemliyor çoğu zaman da modelliyoruz. Giderek kendimize has değerlerimiz referanslarımız oluşuyor.

0-6 yaş arasında tüm deneyimleri ve verileri hiçbirini atlamaksızın kaydediyoruz. Duygular ve deneyimler birleşerek, görsel, işitsel ve davranışsal olarak kaydedilen ‘çekirdek inançlar’ımız böylelikle oluşuyor.

6-12 yaş arasında yaşadığımız tüm duygu ve deneyimleri bir önceki dönemde edindiğimiz çekirdek inançlarımızla karşılaştırıyor birleştiriyor ve bu çekirdek inançlarımızın pekişmesini sağlıyoruz. Bu dönem bir çeşit doğrulama ve onaylama süreci olarak da düşünülebilir.
12 yaş sonrasında ise bize gelen veriler artık bu çekirdek inançlarımızın süzgecinden geçerek bize ulaşıyor. Artık bilinçaltı kayıtlarımız oluşmuştur ve bilinçaltımızın penceresinden, onun izin verdiği kadarlık bir ufka sahibizdir. 12 yaş sonrası dönemimiz genellemeler yapma dönemi olarak da düşünülebilir.

Örneğin, çocukken çevresindeki erkeklerin eşlerini aldattığını gözlemleyen bir kadın partneri kendisini aldattığında erkeklerin güvenilmez olduğuna ilişkin zihin haritasına yeni bir veri eklerken, küçükken erkeklerin kalçalı kadınlardan hoşlandığına dair bir inanç geliştiren bir kadın partneri tarafından aldatıldığında bunun kendi zayıf kalçası nedeniyle gerçekleştiğini düşünecektir.

Oysa gerçek, partnerinin onu aldattığıdır bunun nedenine ilişkin açıklamalar ise o kadının bilinçaltı kayıtlarıyla ilişkilidir. Aslında bilinçaltımız iyi niyetlidir bizim hizmetkârımızdır ve bizim iyiliğimiz için çalışır. Ancak bilinçaltımız kendisine ait bir yorum yapabilme ya da yargı oluşturma gücünden yoksundur. Bu haliyle bir çeşit robot gibidir bizim koşulsuz hizmetimizde olan bir robot. Tek yaptığı, 0-6 yaş döneminde aldığı, 6-12 yaş döneminde pekiştirilen kurallara göre bize gelen verileri süzmek ve bilinçli zihnimize bizim inançlarımız temelli olanları göndermektir.
Elinizde şeffaf ve renkli bir kâğıt olduğunu düşünün. Beyaz bir duvara bu kâğıdın arkasından baktığınızda kâğıt ne renkse siz duvarı o renk görürsünüz. Bilinçaltımız da bu kâğıt gibidir. Kâğıt nasıl bazı ışık dalga boylarını süzerek size ulaşmasına izin vermiyorsa bilinçaltımız da birçok veriyi süzerek sizin vakti zamanında onu kodladığınız bilgi kadarını size ulaştırır.
Bilinçaltınızın size ulaştırdığı verilerden memnun değil misiniz? Hayatı algılama ve yorumlamada yöntem değişikliğine mi gitmek istiyorsunuz? Bilinçaltı kayıtlarını silmek ve değiştirmek istiyor musunuz?

Kişi bir sorunu olduğunu farkındaysa ve bu değişimi gerçekten istiyorsa NLP teknikleri ile bu eski ve işe yaramayan, hayatınızı yönetme ve değerlendirmede size ayak bağı olan eski kayıtlarını bilinçli düzeye çıkararak onlarla yüzleşebilir, onları kendi tarihinin çöp tenekesine atarak eski kayıtlarından kurtulabilir yerine sizin için geçerli olan yeni komutlar yerleştirilebilir.
Durumunuzu farkındaysanız, onu yönetme becerisine sahip olmak için ilk adımı da atmışsınız demektir.  Kişisel tarihinizi değiştirmek için zaman çizgisi terapisi başta olmak üzere birçok teknikten yararlanarak eski kodlarınızı değiştirebilir yeni kodlara sahip olabilirsiniz.

Sevgiyle kalın...

Ayşe İhsan 







23 Ağustos 2013 Cuma

BİLİNÇALTI ROBOTUMUZ

Aşağıdaki cümlelerden kaçını çocukluğunuz boyunca duydunuz?

Biz tombul bir aileyiz ne yaparsak yapalım kilo veremiyoruz.
Kadınlara göre bir iş değil o.
Erkekler ağlamaz.
Matematik zor bir derstir.
 O çok zor kimse başaramaz hele sen asla.
Kolay bir şey olsaydı herkes yapardı.
İlk kez senin aklına mı geldi sanıyorsun? Neyine güveniyorsun da bu işe girişiyorsun.
Sen zayıf bünyelisin o işi kaldıramazsın.

Bütün bunlar ve benzerleri, çocukluğumuzdan bu yana duyduklarımız. Bizden ve çevremizden gelen yargılar bilinçaltımıza bir emir olarak kaydediliyor. Üstelik iki kez kaydediliyor bunlar; önce çevremizden gelen emirler olarak sonra da bizim inancımız olarak. Bu emirler böylelikle pekişiyor, kökleniyor ve bilinçaltı inançlarına dönüşüyor. Hani derler ya “Birisine kırk kere deli dersen deli olur.”

Yaşımız ilerledikçe birçok olumsuzlukla, başarısızlıkla karşılaşmaya başlıyoruz. Kendimize kızarız niye devamlı aynı hataları yapıyorum diye ya da üzülürüz, hep aynı tip insanlarla karşılaşıyorum aynı tip olaylar başımıza geliyor diye. Bilinçaltımızın yanlış programlanmasından dolayı bunlar başımıza geliyor.

Bilinçaltımızın kendine özgü bir dili var nasıl ki bilgisayar dili temelde 0 ve 1’lerden oluşuyor ya da nasıl ki Mors Alfabesi denilen telgraf dili nokta ve çizgi kombinasyonlarından oluşuyorsa, bilinçaltımızın da kendine özgü bir dili var ve ancak bu dille konuşursak ona ulaşabiliyoruz.

Bilinçaltımız bizim hizmetçimiz, bizim için çalışıyor ancak o bir robot gibi bizim ona yüklediğimiz verilerden yola çıkarak bize hizmet ediyor. Bilinçaltımız biz neye inanırsak onunla ilgili verileri topluyor ve o bilgileri önümüze sunuyor. Bilinçaltımız bize hizmet etmekle görevli ve biz ne tür bir inanca sahipsek bizi memnun etmek için o inanca ilişkin verileri topluyor.

Bir işin zor olduğunu söylüyorsun, robot sana o işle ilgili zorluklar verilerini topluyor. Biz ise onun topladığı verilerden hareketle birtakım tercihler yapıyor ve birtakım kararlar veriyoruz. Doğal olarak veriler ne türden bir bakış açısıyla toplanıyorsa kararlar ve tercihler de ona göre veriliyor.
Onun programını değiştirmeden onun farklı veriler toplamasını beklemek hayalcilik. Güzel haber: Bilinçaltı yazılım programını değiştirmek mümkün. Ancak, bu yazılımı nasıl değiştireceğimizi bilmezsek aynı sorunları yaşamaya devam ederiz. NLP teknikleri bilinçaltının anlayacağı dilde etkili ve kalıcı olarak yazılım değiştirme programı olarak da düşünülebilir. Bilinçaltımız yeniden programlandığında bize geçmişten gelen inançlarımız doğrultusunda değil de gerçek verileri toplamaya başlayacaktır.

Bilinçaltımız iyi bir yazılımdır aslında tamamen bize hizmet eder. Ancak geçmişte ona birçok kötü program da yüklenmiştir. Bu programları değiştirmediğimiz sürece bilinçaltı denen yazılı tam, etkili ve verimli kullanamayız. Bir NLP sloganı olan “Düşüncelerinizi değiştirerek hayatınızı değiştirebilirsiniz” sloganının temel anlamı da bu uygulamada yatıyor zaten.

NLP Teknikleri gibi bir olanak varken biz kolay yolu seçerek kendimizi ve çevremizdekileri sürekli suçlamayı tercih ediyoruz. İnsanların bize nasıl davranacağının ipuçlarını onlara biz veririz. Bilinçaltı kötü programlarını değiştirmeyi başardığımızda o insanlar da bize eskisi gibi davranamayacaklar. Bu nedenle daha önce başımıza gelen kötü olaylardan, yaşadığımız kötü ilişkilerden artık sonsuza kadar kurtulabileceğiz.

Sevgiyle kalın...

Ayşe İhsan